Kültür Sanat AHMET MUHİP DIRANAS 100 YAŞINDA!

AHMET MUHİP DIRANAS 100 YAŞINDA!

07.04.2009 - 17:59 | Son Güncellenme:

Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi Güneşin batmasına yakın saatlerde Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede Bahçede akasyalar açardı baharla Ne şirin komşumuzdun sen FAHRİYE ABLA

AHMET MUHİP DIRANAS 100 YAŞINDA

‘Türk şiirinde mutlu bir rastlantı’ AHMET MUHİP DIRANAS

“Fahriye Abla”, ”Olvido”, “Kar”, “Ağrı”, “Maşar Dağı”... Hepsi de dilin ve duyguların en incelikli biçimde işlenmesiyle yazılmış şiirler. Bu şiirlerin sahibi, Turgut Uyar’ın “Çıkışı Türk şiirinde hiçbir şeyle açıklanamaz” dediği Ahmet Muhip Dıranas 100 yaşına girdi.
Biz de doğumgünü dolayısıyla kendisine bir saygı duruşunda bulunmak istedik.



Ahmet Muhip Dıranas, 1909 yılında İstanbul’da doğar. Babası Galip Efendi, Sinop’un Salı köyünde doğmuş, okuma yazması olmayan bir adamdır. İstanbul’dayken itfaiye teşkilatında çalışır. Anne Seniha Hanım ise, Üsküdar’daki tekkelerden birine de mensup olan Hacı Salim Efendi’nin kızıdır.
Seniha Hanım, Galip Efendi’nin aksine iyi yetişmiş bir kadındır. Seniha Hanım ile Galip Efendi’nin evliliklerinden iki çocukları olur: Ahmet Muhip ve Fehime. Fakat çiftin evlenmelerinden iki yıl sonra, Osmanlı Devleti’nin içinde savaşlar art arda patlak verince baba aileyi İstanbul’da bırakıp cepheye gider. Galip Efendi, önce Balkanlar’da, sonra Çanakkale’de, ardından da Kafkasya’da askerlik yapar.
Ömrünün yedi uzun yılını cephelerde geçiren ve ailesinden uzakta kalan Galip Efendi, askerlik görevi bittiğinde İstanbul’a ailesinin yanına değil; doğduğu köye -Sinop’un Salı köyüne- döner. Ailesiyle bağlarını koparır ve burada kendine başka bir yaşam kurar. Yeniden evlenir, bir de oğlu olur. Mustafa Kırcı,“Ahmet Muhip Dıranas: Hayatı, Fikirleri, His Dünyası” adlı kitabında Ahmet Muhip Dıranas’ın hayatını ilk yıllarından son yıllarına kadar ayrıntılarıyla anlatır.

BABA TOPRAĞI

Mustafa Kırcı’nın verdiği bilgiye göre bütün o savaş yılları boyunca eşinin eve dönmesini bekleyen Seniha Hanım'ın, ondan haber alamayınca ilk işi kocasını aramaya koyulmak olur. Nitekim çabaları da boşa çıkmaz. Köyüne kadar gidip Galip Efendi’yi bulur. Bu da Galip Efendi ile diğer eşi arasında kavgalara ve sürtüşmelere neden olur, sonunda da ayrılırlar. Kocasını ikinci eşinden ayıran Seniha Hanım, iki çocuğuyla birlikte Sinop’a yerleşir; bu arada da Salı köyüyle ve Galip Efendi ile ilişkisini sıcak tutmaya çalışır.
Aile Sinop’a yerleştiğinde Ahmet Muhip dokuz yaşındadır. ‘Baba toprağında’, gecikmiş olarak ilkokula başlar. Yazları da Salı’ya gidip çobanlık yapar. Doğa sevgisini de, doğaya düşkünlüğünü de büyüleyici bir güzelliğe sahip, doğanın her rengini taşıyan bir orman köyü olan ve çok sevdiği Salı’da kazanır.
40 yaşındayken Zafer gazetesinde yazdığı yazıda ömrü boyunca onu bırakmayacak çocukluk yıllarını şöyle anacaktır: “Ben her köylü çocuğu gibi sığırtmaçlık etmiş, yalınayak gezmiş tozmuş, sonra yaşı biraz geç de olsa ilkokula gitmiş bir köylüyüm. On yaşından sonraki çocukluk, ilkgençlik, gençlik... Beni ihtiyarlığa doğru götüren bütün yıllar ve yollar boyunca hülyalarımda küçüklüğümün ormanlarını kurdum”.
Çocukluk yılları, baba köyünde haşır neşir olduğu doğa, anılar yıllandıkça belleğinde hep canlı kalacak ve eskidikçe daha da güzelleşecektir Dıranas için.
Ancak Sinop yılları zordur. Birinci Dünya Savaşı henüz bitmiştir; İstanbul’da çektikleri maddi sıkıntılar burada da devam eder. Yokluk Sinop’ta da ailenin peşini bırakmaz. Üstelik Galip Efendi için uzak ve uzun yollar yine görünmüştür: Kurtuluş Savaşı başlayınca baba tekrar cepheye gider.
Savaş bitip Dıranas’ın babası ailenin yanına döndükten sonra Dıranaslar Sinop’tan Ankara Hamamönü’ndeki küçük bir eve taşınır.
Galip Efendi, silah tamir edilen askeri bir fabrikada usta olarak çalışmaya başlar. Ahmet Muhip Dıranas Taşmektep’in dördüncü sınıfına kaydolur.
Ufak tefek şiir denemelerine, bundan birkaç yıl sonra, ortaokul sıralarında başlayacaktır. ‘İlk yazarlık deneyimi’ni ise “Çiçek” adlı öyküsünün Talebe Mecmua’sında yayımlanmasıyla yaşar. Dergi onu daimi yazarı olarak kabul eder, fakat Dıranas sonraları burada yazdıkları için “Fakat o yazılar ne kötü şeylerdi azizim” diyecektir.

“BUNDA İŞ YOK”
Daha Sinop’tayken ona şiiri sevdiren ise o sıralarda Edirne Askeri Lisesi’nde öğrenci olan ve veremden ölen dayısıdır. Ankara’ya geldiklerinde, çocukluğunun izlenimlerini kağıda döktüğü şiirler yazar Dıranas. Bunlardan biri de dayısının ölümü üzerine yazdığı bir ağıt olan “Köpek Havlamaları” adlı şiiridir.
O zamanlar akşamları bir kitapçının yanında çalışan Dıranas, burada dönemin tanınmış şair ve çevirmenlerinden Abdullah Cevdet ile karşılaşır. Abdullah Cevdet, Dıranas’ın “O zamanlar karaladığım...” dediği “Köpek Havlamaları” adlı şiirini beğenir ve İçtihat dergisinde yayımlar.
Lise yıllarında ise şairliğine etki edecek ve şiirine asıl şeklini kazandıracak iki önemli kişiyle karşılaşacaktır: Faruk Nafiz Çamlıbel ve Ahmet Hamdi Tanpınar.
Faruk Nafiz, o zamanlar Ankara’da ‘yarı şiir ilahı gibi gezen, yakışıklı bir adamdır’. Dıranas da Faruk Nafiz’e hem hayrandır hem de ona özenir. Ankara Erkek Lisesi’nde ortaokul son sınıftayken talih onu karşısına hoca olarak çıkarır. Arkadaşları, Dıranas’ın yazdığı bir şiiri Faruk Nafiz’e götürür; fakat o, şiiri gerçekten beğenmediği için midir, Dıranas’ın dersleri dışında bir şeylerle uğraşmasını istemediğinden midir bilinmez, “Yok, yok. Bunda iş yok. Boşu boşuna bunlarla uğraşmasın, derslerine baksın” der.
Henüz şairliğe ilk adımlarını atmaya çalışan Dıranas, o yaşlarda buna çok üzülür. Fakat talih yüzüne güler ve bundan iki üç ay sonra karşısına “Bende asıl sanata girişin büyük etkisi onunla başlar” dediği Ahmet Hamdi Tanpınar’ı çıkarır.
Dıranas, Tanpınar ile ilk kez kırk beş dakika boyunca Jokonda’nın ellerini anlattığı bir derste karşılaşır. Sonraları “Benim sanata tutkunluğum Jokonda’nın ellerine o gün duyduğum aşkla başlar” diyecektir. Faruk Nafiz’in “Bunda iş yok” dediği şiiri, Dıranas’ın arkadaşları bir de Tanpınar’a götürür.
Bu kez sonuç bir hayalkırıklığı değil, övgü dolu sözlerdir. Tanpınar alelacele şiirin sahibini aratmaya başlar. Genç şair, hocası ile okulun içindeki lojman bölümünde kaldığı odaya görüşmeye gider. Tanpınar’ın odası, yıllarca Dıranas’ın gözünün önünden gitmez. Yerleri öylesine atılmış kitaplarla dolu küçücük bir bekar odasıdır bu.
Tanpınar, Dıranas’ı karşısına oturtup ondan yazdığı şiiri okumasını ister ve şiirini çok beğendiğini söyler. Bir de yere atılmış kitaplar arasından birini alır, “Bunu okuyacaksın” diyerek eline tutuşturur. Kitabın üzerinde “Les Fleurs du Mal” yazar. Genç şairin henüz adını da dilini de bilmediği bir şairdir bu. Dıranas, Baudelaire’in “Kötülük Çiçekleri”ni okuyabilmek için Fransızca öğrenir.
Baudelaire, Dıranas’ı çok etkiler; yalnız şiir anlayışını değil, dünya görüşünü de... Uzun yıllar bu etkiden kurtulamaz: “Belki Fransız edebiyatının en büyük adamı olan bu şair, benim fikrimde bir müddet kasırga gibi esmiştir. Ondan ne kadar bitkin ve harap çıkmışımdır. Belki bende, benim kendimde mevcut her şeyi önüne katıp götürmek üzere idi” der.
Onu kendi deyişiyle ‘Baudelaire’in elinden kurtaran’ ise çevirilerini de yaptığı Dostoyevski olmuştur. Dostoyevski onu Baudelaire’in sarsıcı dünyasından ‘elinden tutup bir anda kendi dünyasına çekiverir’.
Ancak eleştirmenler, Dıranas şiiri söz konusu olduğunda, özellikle Cahit Sıtkı Tarancı’yı da birlikte anarak, Baudeleire’in, bir diğer Fransız şair Verlaine’in ve sembolizmin etkisinden daima bahsedecektir.
Ahmet Oktay, Dıranas’ın şiiri üzerine yazdığı “Geliştirilememiş Bir Şiir Üzerine Notlar” adlı yazısında onun Baudelaire’e özellikle şiirinin içeriği dolayısıyla Cahit Sıtkı Tarancı’dan daha yakın olduğunu söyler. Oktay’a göre, Cahit Sıtkı biçem ve biçim olgularını ön planda tuttuğu için sorunu sadece söyleyiş açısından ele almıştır. Dıranas’ın şiiri ise taşıdığı ‘daemonic’ (şeytani) yan dolayısıyla; her ne kadar ‘kötülüğü tümüyle kucaklamaktan, açımlamaktan ve verili aktörenin karşısına dikmekten’ ürkse de, “Kötülük Çiçekleri”nin dünyasına daha yakın durur.

İLK ŞİİR ‘BİR KADINA’
Dıranas ise, çevirilerini de yaptığı Baudelaire’in, şiirinde ancak sınırlı bir etkisi olduğunu sık sık vurgular. Erdal Öz ile yaptığı bir söyleşide, aslında şiirinde, Baudelaire’in ‘B’sini bilmezken dahi bir ‘şeytani yan’ olduğunu anlatmak için Tanpınar’ın övdüğü şiirinin hatırında kalan son dörtlüğünü okur:
”Kolum kanadım kırık/ Çabaladıkça yazık/ Beni pis bir bataklık/ Kendisine çekiyor.”
Ancak bir tek şiiri içinde, o da ‘biraz’ Baudelaire etkisi olduğunu kabul eder: ”Selâm”.
Dıranas’ın şiiri, çağdaş şiirin içeriksel ve biçemsel etkileriyle hece ölçüsü ve uyak gibi geleneksel biçimleri yoğurarak yeni bir şiir dili ve yapısı kurar.
Türk şiirinde kendi yerini bulacak bu özgün ses, dönemin etkili dergilerinden Milli Mecmua’nın 15 Eylül 1926 tarihli sayısında “Ankara Lisesi’nden Muhip Atalay” imzasıyla yavaş yavaş tanınmaya başlar. Şiirin adı “Bir Kadına”dır. Dıranas, 1928’de Servet-i Fünun dergisinde yayımlanan kimi şiirlerinde de bu imzayı kullanacaktır.
1929 yılında liseyi bitirince Ankara Hukuk Fakültesi’ne girer. Bu arada Hakimiyet-i Milliye gazetesinde çalışır. Ankara’da bir yandan da şiirle ve edebiyat çevresiyle olan ilişkilerini sürdürür. 1960’lı yıllarda pek çoğu devletin çeşitli bölümlerinde görevler alacak, o günkü siyasi ortamda birleşebilmeleri tuhaf görünen kişilerin bulunduğu bu çevre, Genç Türk Edebiyat Birliği adında bir dernek kurar.

YENİ BİR ÇEVRE
Bu dernekte Behçet Kemal Çağlar, Hamit Macit Selekler, sonradan Ordu senatörü olacak Zeki Kumrulu, 1962 yılında İçişleri Bakanlığı yapan Hıfzı Oğuz Bekata, yine ‘60’lı yıllarda Yargıtay üyesi olan Rüştü Atilla ve Sıtkı Korkmaz ile İbrahim Saffet Omay gibi adlar vardır. Bu genç topluluk, Hep Gençlik adıyla bir de dergi çıkarır.
Ancak Dıranas, babasıyla aralarında geçen bir tartışmadan sonra hukuk fakültesini yarıda bırakıp İstanbul’a gidince bu topluluktan kopar. Fakülteyi bırakan şair, İstanbul Üniversitesi’nin felsefe bölümünde okumaya başlar. Bir yandan da önce Güzel Sanatlar Akademisi’nde kütüphane müdürlüğü, ardından Dolmabahçe Resim ve Heykel Müzesi’nde müdür yardımcılığı yapar.
Yepyeni bir edebiyat çevresi, içki ve şiir... İstanbul’da Dıranas’ı bekleyenler bunlardır. Artık edebi kimliği yavaş yavaş oturmaya başlamış olan şair, burada Türk edebiyatına yön verecek kuşaktaşlarından oluşan bir toplulukla birliktedir: Cahit Sıtkı, Sait Faik, Orhan Veli, Şevket Rado, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Sabahattin Ali.
Garip akımına katılmak için ilk teklifi İstanbul’da alır Dıranas. Bir gün, Orhan Veli ve arkadaşları Dolmabahçe Resim ve Heykel Müdürlüğü’ne gelip Dıranas’a ilk yenilikçi şiir denemelerini gösterirler ve kendisinin de bu akımın içinde yer almasını isterler. Fakat Dıranas o zamanlar buna pek yanaşmaz.
Sonradan Garip şiirini Türk şiirini Batılı şiire yaklaştıran adımlardan ilki olarak görmesine rağmen, Dıranas’ın şiir tutumu böyle bir akımda yer almasına engel olur. Köktenci ve bir topluluk içinde gerçekleşecek türde yenileşmeden çok, sanatçının kendini yenilemesinin esas olduğunu düşünür çünkü.
Bu nedenle de kendini muhafazakar bir şair olarak nitelendirir:
“Ben sanatta muhafazakarlığa inanmış bir adamım. Bence sanatta yenilik, kendi kendini inkar eden, birtakım değişmelerle yapılan bir şey değildir. Bir sanatın yeniliği, bulunan bir küçük tohumun yeşertilebilmesi, büyütülebilmesi ve bir ağaç haline getirebilmesi için sanatçının gösterdiği çabada gizlidir. Yani bir sanatçı, hangi alanda olursa olsun, eserine kendi kişiliğinin damgasını vurabilme sevdasında olmalıdır. Değişiklik, kendi ana temasının çevresinde olur ancak. Yani deyim yerindeyse, bir rengin kendine özgülüğünü arayıp bulma savaşıdır yenilik”.

TUTUCU DEĞİL ISRARLI
Turgut Uyar, Dıranas şiirini ‘mutlu bir anakronizm’ olarak yorumlayacaktır: “Duygulanmasının soyluluğu ile sonsuz derecede gelenekten; şiirini kuruşu, görüntülerini seçişi, soylu ve yeni davranışına karşın gününün dağdağasına vurdumduymazlığı, çeliğine kendi bildiğine göre su verişi ile mutlu bir anakronizm. (...) Ahmet Hamdi, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Divan ve bütün Fransız şiiri, malzemesi ile Ahmet Muhip’e bir zemin olmuştur. O, büyük ustalık ve incelikle, geçmişlerin deneylerinden yararlanır... Objesi hayat değildir, şiirdir; bütün şairlerin geçmişidir, şiirleridir (....) Ahmet Muhip, özü bütün şiirlerine yayılan şairlerdendir; onu Hececiler’den ve öbürlerinden ayıran özelliği de budur”.
Dıranas, tüm bu kaynakları özümseyip yepyeni bir ses yaratmıştır kendine. Bu nedenle de şiir yazdığı dönemindeki akımlardan ne Hececiler’in ne Yedi Meşaleciler’in ne de Garipçiler’in yanında yer almadan kendine özgü bir şiir anlayışı edinir. Ancak yapılanları her zaman takip ve takdir eder.
Dıranas’ın muhafazakarlığı tutuculuktan çok ısrarı ifade eder: “Benim şiirlerimde vezin vardır, kafiye vardır. Ama ben ne kafiye düşkünüyüm ne vezin mutaasıbı” diyecektir.
Dıranas İstanbul’a geldiğinde kendini İstanbul’un bohem yaşantısının tam kalbinde bulur. İçki ve şiir hep yanıbaşındadır. Ünlü “Fahriye Abla” şiiri, “Şehrin Üstünden Geçen Bulutlar”, “Selâm”, “Kargalar”, “Darağacı”, “Ayaklar” ve “Kezban” şiirleri bu dönemin ürünleridir.
“Fahriye Abla” şiiri, Varlık’ın 15 Şubat 1935 tarihli sayısında çıktığında genç şairler arasında olay yaratır. Pek çoğu şiiri beğenir, ancak bazıları şiirin ciddi bir edebiyat dergisinden çok bir mizah dergisinde yer alabileceği kanaatindedir.
Fakat zaman bu görüştekileri yanıltır. “Fahriye Abla”, o kadar beğenilir ve şairle o kadar özdeşleştirilir ki, gün gelir Dıranas Edip Cansever’e bu şiirden bıktığını bile söyler.
Fahriye Abla, Ahmet Muhip Dıranas’ın babası askeri fabrikada işçiyken kaldıkları İşçi Evleri’nde annesinin komşusudur.
Dıranas’ın şiirde “Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi” dediği Fahriye Abla, evli ve çocuklu bir kadındır. Şair ise 15-16 yaşlarında bir genç. Kendinden yaşça büyük bu kadına duyduğu beğeni, Dıranas’ın yıllar sonra yazacağı ve dillere pelesenk olacak “Fahriye Abla”nın ilk hayallerini ona verecektir.

LAVANTA KOKULU KEDER
Belki “Fahriye Abla” kadar olmasa da Dıranas denince akla gelecek şiirlerden biri de “Olvido”dur, “Hoyrattır bu akşamüstleri daima” dizesi hafızalardan silinmez. Çünkü bu dizenin ardından gelecek duyguları bilen bilir: Lavanta çiçeği kokan kederler, dalga dalga hücum eden pişmanlıklar, ruhu delik deşik eden oklara dönüşmüş anılar, ömrün en güzel türküsü aldanış ve daha nice duygular...
Edip Cansever’in ‘benzersiz duyarlıklar üreten, doğurgan bir şiir’, ‘bağırtısı, öfkesi, çalımı olmadığını’ söylediği bir şiirdir “Olvido”. Gösterişsizliği ve sessizliğiyle okuru da unutuş ve aldanış davetine çekiverir. Bu sessiz davetiyle de yine Cansever’in sözleriyle ‘yaşlanmayan bir şiirdir’, ‘Türk şiirinin başyapıtlarından biridir’.
Dıranas İstanbul’dayken şair ve yazar arkadaşlarıyla sık sık Beyazıt’taki Küllük kahvesinde buluşur. Deyim yerindeyse ‘içki gırla gider’ bu buluşmalarda. Hatta Dıranas, üç gün üç gece süren bir içki âleminden sonra alkol komasına girip hastanede ayılır.
İstanbul’da edindiği bir alışkanlık da esrardır. Öyle ki bir dönem şiir yazamaz hale gelince, Bakırköy’de 1,5 yıl tedavi görür. Ankara’ya döndüğünde bir daha bu alışkanlığa dönmez, ancak içki yaşamında hep olacaktır.

EVLENME KARARI
Dıranas için eğitim ve okul hayatı her zaman onun özgürlüğünü çalan bir düzen demektir. Eğitimi, okulu bir kenara bırakıp sadece sanatla uğraşmak ister, okulu tamamen bırakır.
Dıranas, aynı yıllarda Çocuk Esirgeme Kurumu’nun çocuk tiyatrosu seçim kurulunda da görevlidir. Eşi Münire (Ülker) Dıranas ile 40 yıllık beraberliğinin tohumlarının atılacağı ilk karşılaşma da burada gerçekleşir. Münire Hanım, o dönemlerde teyzesinin Çocuk Esirgeme Kurumu’nda çıkardığı dergileri almak için her hafta buraya uğrar.
Bir seferinde Muhip Bey içeriye girer. İlk defa göz göze gelirler. Sonrasını Münire Hanım şöyle anlatacaktır: “Girer girmez, o ok gibi bakışları üzerimde hissedince öyle heyecanlandım ki dergileri falan bulamadım. Sonradan öğrendim ki odadaki kadına ‘Ben bu güzel kızla evleneceğim’ demiş”.
Bir hafta sonra tanışırlar. Münire Hanım henüz 15 yaşında bir genç kızdır; Dıranas ise saçlarına kırlar düşmüş, olgun bir adam. Dıranas, genç kıza adının anlamını bilip bilmediğini sorar; yanıt olumsuz olunca açıklar: “Işık demek. Çok güzelsin, ışık gibi.”
Muhip Bey’in diğer bir sorusu da “Şiir sever misin?”dir. Münire Hanım hemen daha on yaşındayken ezberlediği, Dıranas’ın “Serçeler” şiirini okur. Bu sefer, Münire Hanım’ı etkileyecek “Prenses” iltifatı gelir: “Ne güzel okuyorsun, sesin de ne tatlı prenses.”

TALİHİN CİLVESİ
1940 yılı gelip çattığında Dıranas Münire Hanım’ı ailesinden ister ve ‘ışık kız’la şair evlenirler. Fakat yeni evli çift kısa süre sonra Dıranas’ın sürekli tecil ettiği askerlik gelip kapıya dayanınca ayrılmak zorunda kalır. Canı sıkkın, üzgün bir şekilde “İster misin şimdi Doğu Beyazıt’ı çekeyim” diyerek evden çıkan Ahmet Muhip Dıranas, ‘talihin bir cilvesiyle’ gerçekten de Doğu Beyazıt’ı çeker.
Eve döndüğünde dalgındır, düşüncelidir; gideceği yer Doğu Beyazıt’ın Sürbehan sınır karakoludur. Münire Hanım çok istese ve ısrar etse de Muhip Bey, bilmediği bir maceraya sürüklemek istemediği için ilk başta onu götürmez. Fakat bir yıl sonra Münire Hanım da Doğu Beyazıt’a gider. Tezekle ısınıp, gaz lambası ışığında aydınlandıkları iki odalı, toprak damlı kerpiç evde yaşar çift.
Bu gaz lambasının ışığı altında iki yapıt yazılır: Şairin en güzel şiirlerinden biri olan 180 dizelik destansı “Ağrı” şiiri ve “Gölgeler” oyunu.
Çift, 1946 yılında Ankara’ya döndüklerinde Ahmet Muhip Dıranas, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun yayın müdürü olarak çalışmaya başlar. Şiirlerini Varlık, Ülkü, Sanat ve Edebiyat, Yaprak dergilerinde yayımlamaya devam eder.
1947 yılında “Gölgeler” adlı oyunu Sanat ve Edebiyat gazetesinde tefrika edilir. Aynı yıl “O Böyle İstemezdi” adlı tiyatro eserini de bitirmiştir. Bu arada İstanbul’u ve oradaki arkadaşlarını da ihmal etmez. Münire Dıranas’la birlikte İstanbul’a Ahmet Muhip Dıranas’ın yakın dostu olan Sait Faik’in, annesi Makbule Hanım ile oturduğu evde misafir olurlar.
Makbule Hanım, büyük bir konukseverlikle ağırlar onları. Münire Hanım’a oğlunun düzensiz yaşamından ve bir türlü evlenmemesinden şikayet eder. Bir gün daha çok Sait Faik’in kaldığı Burgaz’daki eve giderler. Bahçe içindeki bu güzel evi çok beğenen Münire Hanım içeri girdiğinde gördüğü manzara karşısında şaşkındır: Salonun ortasında kocaman, darmadağınık bir yatak vardır. Her tarafa içki şişeleri, kadehler, çamaşırlar saçılmıştır. Odaya ağır, yoğun bir içki kokusu yayılmıştır. “İşte bu yüzden” der Makbule Hanım, “Oğlumun evlenmesini istiyorum”.

SİYASETE İLK ADIM
İçki, dönemin edebiyat ortamlarının ve sohbetlerinin vazgeçilmezidir. Sadece Sait Faik için değil, pek çok yazar ve şair için de. Ahmet Muhip Dıranas da Ankara’da Cahit Sıtkı Tarancı’nın ve Orhan Veli’nin de müdavimleri olduğu içkili edebiyat gecelerinden vazgeçmez. Kürt Mehmet’in Meyhanesi, Nal Meyhanesi ve Kutlu, şairlerin sık sık gittikleri yerlerdir.
Dıranas hemen her geceyi dışarıda geçirirken, çok kıskandığı ve bu gecelere katılmasını istemediği Münire Hanım ise kitaplara gömülüp onu bekler. Bazen de gece yarıları kocasının sahanlıktan gelen ayak sesleriyle uyanır.
Zaman zaman, duruma katlanamayıp ayrılmayı teklif etse de Dıranas “Ben sensiz yapamam” deyip onu hep ikna eder. Gazetelere de yansıyan bir aldatma haberinden sonra ise Münire Hanım bir kez daha boşanmayı teklif edecektir. Ahmet Muhip Dıranas, karısının dizlerine yatıp ağlar, onun gönlünü alır ve eşini bu kararından vazgeçirir.
Ancak bu olaylardan sonra Münire Hanım rahatsızlanır, kanser teşhisi konur. Durumu ağırlaşınca da tedavi için İngiltere’ye giderler. Burada Münire Hanım’ın kanser olmadığını öğrenirler; 3,5 aylık bir tedavi için kalırlar.
1949’da şair Çocuk Esirgeme Kurumu’ndaki görevinden ayrılıp, Demokrat Parti yanlısı bir gazete olan Zafer’de fıkralar yazmaya başlar. Hemen bir yıl sonra da buradan ayrılır; şiirlerini göz önünde bulundurdu- ğumuzda toplumsal bir yöneliminden pek de bahsedemeyeceğimiz Dıranas, Demokrat Parti’den Sinop milletvekili adayı olur. Fakat seçilemez.
Münire Hanım siyasete atılmasına “Bir sanatçı olarak siyasetle bu kadar ilgilenmen doğru değil” diyerek şiddetle muhalefet eder. Oysa Dıranas, “Siyaset yapmazsam, açlıktan ölürüz” diyecektir. Zira Zafer gazetesine her gün yazdığı fıkralardan aldığı 1,5 lirayla zar zor geçinir aile.
Erdal Öz ile yaptığı söyleşide, bir ülkedeki sanat ile demokrasi ve özgürlüğün koşutluğuna vurgu yapacak ve siyasete ‘fikren, vicdanen ve ödev olarak’ girdiğini söyleyecektir:
“Ben sanatçının her şeyden önce memleketin siyasetiyle ilgilenmesi gerektiğine inanmış bir adamım. Çünkü bir memleket olmazsa zaten sanat varolmaz.(...) Yani siyasete memlekette bir hürriyet rejiminin gelmesine gücümün yettiği kadar yardımcı olabilmek için ve bir hürriyet mücadelecisi olarak girdim. (...) Yani şiirlerim bir gün kalacaksa, şiirlerimin yanında hürriyet için mücadele etmiş bir adam olarak da kalmak isterim.”
Dıranas, milletvekili seçilemeyince Zafer gazetesine geri döner, 1957’ye kadar burada yazmaya devam eder. Sonraki üç yıl boyunca ise Ankara İl Genel Meclisi ve Belediye Meclisi üyeliklerinde bulunur. ‘64 ve ‘65’te tekrar Sinop milletvekilliğine aday olur; sonuç yine hüsrandır. Milletvekilliği, politik fıkralar derken şiir geri planda kalır. 2 Eylül 1949’da Şadırvan dergisinde çıkan “Osman Binbaşı” şiirinden sonra yıllarca şiir yayımlamaz.
Nitekim yaşamı boyunca az şiir yayımlayan bir şairdir Dıranas. Hatta bazen ‘tembel bir şair’ olduğu eleştirisi bile yapılır. Tembellik gibi görünenin asıl yüzü ise, bazen bir şiirin üzerinde iki, üç yıl süren titiz bir çalışma ve ‘uzun zaman ıstırap içinde geçen takip’tir.
Ta ki aksayan bir yön kalmayıncaya ve şair şiiri karşında huzur buluncaya dek. Şöyle diyecektir bu huzurla ilgili: ”O zaman bilirim ki saçımın ucundan ayağımın tırnağına kadar her şeyim sakindir o şiirimin karşında”.

TEK KİTAPLI ŞAİR
Ömrü boyunca da tek bir şiir kitabı yayımlayacaktır Dıranas. Tek şiir kitabı; ilk şiirinden yaklaşık elli yıl sonra 1974 yılında, dergilerde çıkan şiirlerini bir araya getirir ve çıkışı ‘yılın sanat olayı’ olur. Buna rağmen, Dıranas’ın şiirleri her yerdedir: Ders kitaplarında, antolojilerde, takvim yapraklarında...
Bu 50 yıllık uzun bekleyişin arkasında da yine titizlik ve şiirleri ‘şarap gibi eskitmeye bırakmak’ yatar. Kendi deyişiyle ‘şiirin sirkeleşip sirkeleşmediğini’ görmek ister.
Şiir kitabı yayımlamamaktan da hiçbir zaman pişmanlık duymaz, “Bunları yazdığım zamanlardaki gibi ikide bir kitap halinde yayımlamış olsaydım, bugün o şiirlerimin birçoğundan belki de utanacaktım” der hatta.
Yakındığı tek şey ise, antolojilerde yayımlanan şiirlerinin çoğunda yanlışlıklar bulunmasıdır. Söz gelimi, “Fahriye Abla”nın “Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede” dizesinde hep ‘ıtır’ sözcüğü eksiktir bu antolojilerde.
Dıranas, tek kitabını ‘esin kaynağı’ eşine ithaf eder: “Münire’ye... Bir gün laf arasında bana ‘Bir beşik gibi sallanır dünya, rahat uyusun diye bütün çocuklar...’ gibi bir söz söylemiştin. O gün bu gün düşünürüm ki, insanların barışını ve evrensel sevgiyi daha özge bir biçimde anlatmak kabil değil. Ben yaşantımı şiire, şiirimi de bu sevgiye verdim. Sanırım, kitapta savaş sözcüğünü bulamayacaksın. Kaldı ki, esinim senden gelir. Onun için kitabı sevinerek sana armağan ediyorum; sana ve bu inançla yaşayanlara, ölenlere”.

“KİME YAZACAĞIM?”
‘60’lar Ahmet Muhip Dıranas için sıkıntılı geçer. Şiirle de yaşamla da ilgisi giderek kesilir. İl Genel Meclisi Üyeliği görevinden alınınca işsiz kalır ve büyük bir küskünlük dönemine girer. Edebi yaşamı da yoktur, siyasi yaşamı da. Münire Hanım’a sık sık “Ben kimin için yazacağım ki?” diye sorar. Ta ki 1964’te Hisar dergisinde çıkan “Testi” şiirine kadar...
Dıranas, bundan sonra 1966’dan 1972’ye kadar Anadolu Ajansı yönetim kurulu üyeliği yapacaktır. Sonra da Devlet Tiyatrosu edebi kurulu başkanlığı ve İş Bankası yönetim kurulu üyeliği. 1974’te tek şiir kitabını yayımlamasından bir yıl sonra Tevfik Fikret’in “Rübab-ı Şikeste” ve “Halûk’un Defteri” kitaplarından seçtiği şiirlerin dil-içi çevirisini yaptığı “Kırık Saz” kitabı gelir. Ölümüne kadar da başka bir şey yayımlamayacaktır.
1980’e doğru, Dıranas’ın sağlığı giderek bozulur. Artık dudaklarından vasiyet sözcükleri dökülmeye başlamıştır: “Münire ben Sinop’a gömülmek istiyorum. Ama sen de mezarını benim yanımda al, olur mu?”
‘Işık kız’ı daima yanında ister şair. Her yaz gittiği Sinop’taki son yazında artık nefes almakta zorlanır. Müzmin bronşit anfizeme, anfizem de kalp yetmezliğine dönüşür ve şair 21 Haziran 1980’de yaşamını yitirir. Vasiyeti üzerine Sinop’un, soyadını aldığı çam kokulu tepelerine gömülür Ahmet Muhip Dıranas.
Bir başka vasiyeti daha vardır Münire Hanım’a, şaşırtıcı bir vasiyet: “Münire, sakın Fahriye’yi gündeme getirme! Elim kırılsaydı da bu şiiri yazmasaydım. Sen bu konuyu kimseye açma, bu konuyu film yapmak isterler, sakın yaptırma, mani ol”.
Ahmet Muhip Dıranas bir yazısında “Dünyamı, gündelik hayatımı hep şiirin füsunlu aynasından seyrettim” der. Sayıları az olsa da titizlikle, incelikle yazılmış her şiiri aşkı, hüznü, sıkıntıyı, yalnızlığı ve sonsuzluğa özlemi en güzel ve en yalın haliyle dile getirir.
Turgut Uyar, Dıranas için “Mutlu bir rastlantıdır şiirimizde” der. Şiirleri eskimeyecek bu mutlu ve güzel rastlantıyı es geçmenin bir kayıp olduğunu söyleyerek bitirelim yazıyı.


FAHRİYE ABLA

Haberin Devamı

Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar
Bu afyon ruhu gibi baygın mahalleden
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve akpak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla

Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede
Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede
Bahçede akasyalar açardı baharla
Ne şirin komşumuzdun sen Fahriye Abla

Önce upuzun sonra kesik saçın vardı
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin
Açılırdı rüzgarda kısa eteklerin
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla
Ne çapkın komşumuzdun sen Fahriye Abla

Haberin Devamı

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya
En sonunda varmışsın bir erzincanlıya
Bilmem şimdi hala bu ilk kocanda mısın
Hala dağları karlı erzincanda mısın
Bırak geçmiş günleri gönlüm hatırlasın
Hatırada kalan şeyler değişmez zamanda
Ne vefalı komşumuzdun sen Fahriye Abla

ÇİĞNENEN VASİYET
Dıranas, ölümünden kısa bir süre önce eşi Münire Hanım’a “Fahriye Abla” şiirini kastederek “Bu konuyu film yapmak isterler, sakın yaptırma, mani ol” demiştir demesine; ancak ‘aklına gelen başına gelir’.
Yapımcı Engin Karabağ, şairin ölümünün üstünden bir yıl geçmeden Münire Hanım’a “Fahriye Abla” şiirini film yapma teklifiyle gelir. Akıllarında Müjde Ar olduğunu söyler. Önce senaryoyu okumak şartıyla teklifi kabul eder Münire Hanım, ancak bu gerçekleşmez.
Kısa bir süre sonra da “Fahriye Abla” magazin gazetelerindedir: “Fahriye Abla yatakta”, “Fahriye Abla hamamda”, “Fahriye Abla erkek beğenmiyor” gibi başlıklarla...
Münire Hanım’ın isteği üzerine senaryo Sinop’a getirilir; ama film zaten çekilmiştir. Münire Dıranas, birtakım şartlar koyarak projeyi imzalar. Ancak ona göre film, şiirin kalitesini taşımaz.
1984’te Yavuz Turgul’un yönetmenliğinde çekilen bu filmin başrollerinde Müjde Ar ve Tarık Tarcan oynar. Film Yeşilçam’ın unutulmazları arasına girerken, Fahriye Abla’yı canlandıran Müjde Ar’ın da ününe ün katar.