Boardwalk Empire: Güçlerin Savaşı, Zafer ve Çöküş

1920’lerin Birleşik Devletleri’nde, alkol yasağı günlerinde yolculuğa çıkan Boardwalk Empire, geçtiğimiz hafta 4. sezonunu tamamladı. İlk yılında Golden Globe Ödülü’nü kapan, Martin Scorsese’nin yönettiği 18 milyon dolar bütçeli pilot bölümüyle beklenti boyutlarını yeniden çizen bu Atlantic City anlatısı; HBO’nun son dönemdeki en büyük yapımlarından biri olarak dikkat çekmekteydi. Artık 5. yıla dönülüyor ve bu beklentinin olumlu sonuçlandığı söylemek hiç de zor değil.

Büyük Savaş’ın Ardındaki Başlangıç

Haberin Devamı

1900’lerin savaşla açılan boğuk mevsimi; devrimsel süreçlerin ardı ardına yaşandığı Kıta Avrupası’nı henüz ilk yıllarında kan kokusuyla baş başa bırakmıştı. Haritalar yeniden şekillendi, yeni ülkeler belirdi ve meydana gelen bu değişim; kaybeden ülkeler adına siyasi-toplumsal ve elbette ekonomik çöküşü de beraberinde getirdi. Versay Barış Antlaşması’nın, İkinci Dünya Savaşı’nın ilk soluğu olmasından hareketle, 1914-18 arasında yaşananların 30 yıllık bir yıkımın habercisi olduğundan bahsedebiliriz. Öyle ki; Büyük Savaş’ın ardındaki barış, 1940’lardaki trajik yıkımın hazırlayıcısıydı.

Kaybedenlerin cephesi böyleyken, kazanan ülkelerin içine düştükleri durumun da çok farklı olması beklenemezdi. İtilaf Devletleri’ni oluşturan ülkeler, 1918 sonrasındaki derin düşüşü bizzat yaşamışlar ve George Orwell’ın her daim hatırlattığı ‘kayıp kuşak’ kulübüne, en az karşı cephe kadar üye vermişlerdi.

İşte bu üyelerin okyanus ötesine düşen yüz hatlarıyla bir aradayız Boardwalk Empire’da. Savaşın görece kazanan bir cephesindeyiz. Burada, dünyanın her tarafından göç alarak gelişen ve ‘Süper Güç’ tanımını sahiplenmek için önünde birkaç on yılı daha bulunan bir ülkenin üst tabakasındaki kan kokulu adamların seks, para, cinayet ve alkolle sınırlanan hayatlarını takip ediyoruz.

İçki kaçakçılığı, bu kaçakçılığa gözlerini kapayan/kapamak zorunda kalan kukla kamu yöneticileri, ırk ayrımının resmi alandaki son düzlükleri, yer altı örgütlerinin güç paylaşım kavgaları ve sıradan insanlar için hiç bitmeyen ekonomik yok oluşlar…

Haberin Devamı

Boardwalk Empire: Nucky’nin Dünyası

Nelson Johnson’ın ‘The Boardwalk Empire: The Birth, High Times and Corruption of Atlantic City’ adlı kitabından uyarlanan dizi; dönemin karakterlerini bire bir çekim açısına çağırmanın yanında, dokusal zikzaklarla soyut karakterler oluşturuyor. Şehirdeki parayı elinde tutan ve neredeyse erklerin tümünü avucunun içine sığdıran Enoch L. Johnson; Steve Buscemi’nin üstlendiği Nucky Thopmson sakinliğini karşılıyor. Chicago sokaklarını keyifle eleğinden geçiren, henüz toy yıllarındaki Al Capone (Stephen Graham) ya da New York City’nin soğukkanlı kumarbazı Arnold Rothstein (Michael Stuhlbarg) da anlatıda canlandırılan gerçek karakterlerden bazıları. Bunun yanında sekansları ören kimi destekleyici kişilerin de gerçeğe senkronlanıp diziyi, şahsi bir maddiyat havuzuna çektiğini fark ediyoruz. Nucky’nin; sert yüzünü esirgemeyerek 2. sezonun finalinde ‘aradan çıkardığı’ sağ kolu James Darmody (Michael Pitt), yine Nucky’nin eski eşi Margaret Schoeder (Kelly Macdonald) ve inatçı ajanlıktan nihilist bir sıradanlığa süzülen Nelson Van Alden (Michael Shannon) merkeze yontulan satırların çevresini sararak soyut anlatıyı hakikate çekiyorlar.

Haberin Devamı

Boardwalk Empire; 1920’lerle hareket alan konu başlıklarını alelade bir tavırla içselleştirmiyor. Bilakis Hollywood ölçekli filmlerden dahi daha yüksek özenle üzerinde düşünülen dekor, mekân ve kadraj detayları; diziyi pozitifleyen unsurların başında geliyor. Ona dikkat kesildiğiniz her saniye New York City’nin sokaklarına dönen kameralardan, Chicago çıkmazlarındaki tren hatlarına yapılan geçişlere kadar pahalı detaylara boğuluyorsunuz. Bir dönem yapımı için, senaryonun görsele aktarımında, kameranın çevrildiği yılların her yönüyle canlanması can alıcı bir öneme sahiptir. Boardwalk Empire; kıyıda köşede tutmuyor döneminin detaylarını ve neredeyse her bir sahnede izleyenine kendi dünyasını hatırlatıyor. Birleşik Devletler’den İrlanda’ya gemiyle ‘sadece’ günler içerisinde gidilebildiği ya da eyaletler arası telefon görüşmeleri için ‘yalnızca’ yarım saat beklendiği gibi bilgilerle senaryodaki anlatı görsel mecrada anbean destekleniyor ve Nucky’nin 90 yıl önceki dünyası gözümüzün önünde güncelleniyor.

O yılların eğlence anlayışı, müzikal yansımaları, insanların yaşam tarzları, üzüntüleri, mutlulukları gibi kuytuya itilebilecek mühim işlemeler, dizi boyunca ana temayla beraber ilerliyor.

1920’lerin Sonlarında Dengeler Değişiyor

4. sezonun son bölümüyle birlikte, dizide artık 1920’lerin ikinci yarısına girildi. Haliyle Edgar Hoover’ın başı çektiği devlet yapılanması iyiden iyiye adından söz ettirmeye başladı. Hoover ve ajanlarının anti-komünizm vurgulu saldırganlıklarıyla yeni sezonda daha fazla karşılaşacağımız bir sürpriz değil. Nucky’nin de bu yeni polis yapılanması tarafından izlendiğinden haberdar olduğunu biliyoruz. Her ne kadar bizzat kardeşi Eli Thompson’ın, aleyhinde muhbirliğe soyunması karşısında, yıllar önce Jimmy Darmody’ye sunduğu tepkiyi bu defa öz kardeşine karşı göstermemiş olsa da kartlar hala açık.

Öte yandan ana karakterin; konumunu koruma pahasına, siyahîlerin beyaz adamı Dr. Narcisse (Jeffrey Wright) ile bir kavgaya girmeyeceği; bir önceki sezonda kendisini yok olmaktan kurtaran Chalky White’a (Michael Kenneth Williams) arka çıkmaktaki gönülsüzlüğünden anlaşılsa da karakterler arası güç dengelerinde henüz hiçbir şey netleşmiş değil.

Boardwalk Empire senarist ve prodüktörü Terence Winter’ın karakter detaylarını gerçeğe yansıtmadaki başarısı sahiden dikkat çekici; fakat bunun yanında dizi, geçmiş bölümlerde salt eyaletler arasındaki mafyavari ilişkilerine ve yasadışı ticaretin gelişim süreçlerine ağırlık vermenin yanında dönemindeki toplumsal travmaları, bireyin dünyasındaki sarsıntıları daha net aktarabilirdi. Esasen savaş gazisi olan Jimmy ve yüzünün yarısıyla birlikte neredeyse tüm benliğini savaşta bırakan Richard Horrow’un o yenilgiyi kabul eden boş bakışları; savaşın geriye bıraktığı kalıntılar açısından önemliydi. Özellikle Horrow’un intihar denemelerindeki başarısızlıklardan, Jimmy’nin oğlunu sahiplenişine; keskin nişancılığındaki rahatlığından, ses tonundaki naifliğe kadar tüm detaylar; dönemin birey üzerindeki yıkıcılığını göstermekteydi. Son bölümde Harrow’un ani ölümü ise merkezi anlatının muhtelif yönlere çekileceğini fısıldıyor.

Son olarak, Dr. Narcisse’in ahlak liderliğine soyunarak Atlantic City’deki siyahi nüfusu Chalky’nin himayesinden koparıp alması, işçi sınıfının üzerine çullanan kilise baskısı ve ırk ayrımına çekilen dikkatler, 1930’lara doğru ilerlenirken 5. sezondaki anlatının genişleyeceği alanları az çok nitelemekte.

Ayrıca 1929 Krizi’nin adım adım yaklaştığını ve ekonomik yıkımın eyaletlerdeki güç dengesini yeniden biçimlendireceğini de bir kenara not etmekte fayda var.

Al Capone, Chicago’da işin tepe noktasına buyur edildi. Rothstein, New York City’de mevcut konumunu toparlıyor. Chalky, intikam için inzivaya çekildi. Dr. Narcisse, bilge kelimelerine zehrini gizlemeyi sürdürerek nihai güç savaşı için Hoover ile pazarlık masasını kabul etti.

Nucky Thompson ise tüm bu konum arayışlarında belirleyiciliği elinde tutmaya devam ediyor.

Atlantic City, henüz düşmedi!

Twitter / @BekirzgrAybar

bekirozguraybar@gmail.com