Kültür Sanat Benim babam var ya...

Benim babam var ya...

12.05.2011 - 20:35 | Son Güncellenme:

David Wallace imzalı, Tim Burton’ın filmine de kaynaklık eden “Büyük Balık - Efsanevi Ölçülerde Bir Roman” sorgulattıkları ve düşündürdükleriyle, oylumunu aşan bir roman.

Benim  babam var ya...

Kardeş bildiğim bir dostumun babası öldü geçen ay. Aniden. Kalp krizi. “Kötü bir şey oldu,” ile başlayan bir telefon konuşması. Soğuk geçen ayın, tek sıcak gününde toplandık cami avlusunda, veda ettik. Babamın ölümünü düşündüm bir ara; o uzun süren, acılı süreci. Daniel Wallace’ın kitabından bir cümle, boğazımdan yakaladı beni: “Ölümle pençeleşenlerin ülkesinde cümleler tamamlanmıyor, nasıl sonlanacaklarını önceden biliyorsunuz.”

Mite dönüşen baba
Wallace’ın, 1998’de yayımlanan “Büyük Balık - Efsanevi Ölçülerde Bir Roman”dan önce yazdığı beş roman yayınevleri tarafından reddedilmiş. “Büyük Balık”ın ve dolayısıyla Wallace’ın kaderi, romanın 2003 tarihli ve aynı adlı Tim Burton filmine kaynaklık etmesiyle değişmiş.
“Benim babam var ya...” diye başlar çocukluğun kimi sözleri. En uç noktasında “Benim babam senin babanı döver,” saldırganlığıyla biter. Bu söylemin ruhunda yatan, özellikle de erkek çocuğun, güce-güçlüye-başarılıya, kısacası bütün babalar klanının önderi olacak figüre özlemidir. Babadan gelen mitik bir gücün varlığına inanma ihtiyacıdır.
Ergenlikten itibaren, o kahramanlık mitini oluşturan hikayelerin bir yandan da zayıflıklardan örüldüğünü görür insan. Babanın kahramanlığını reddedip, kendi hikayelerinin yüceliği ve gerekliliğine inanır. Baba-kral devrilmiş, oğul kendi krallığını ilan etmiştir. Derken bir gün, baba ölür. Veda ile birlikte, baba bir ‘var olmayan şövalye’ye döner. Mit yeniden canlanmıştır, hem de oğlun üstüne eklediği hikayelerle.

Geriye kalanlar
“Büyük Balık”ın merkezinde, doğduğu gün Alabama’ya yağmur yağdıran Edward Bloom var. Ölümüne birkaç adım kala, oğlunun mitini yeniden yarattığı ve hesaplaşmasını tamamlamaya çalıştığı bir babadır Bloom. Wallace, masaldan gerçeklik zeminine kayan anlatısını yapısal olarak, Bloom’un çizgisel yaşamı ile dört ara bölüm diyebileceğimiz “Babamın Ölümü” başlıklı bölümlerden oluşturmuş. Edward Bloom’un çocukluğu ve gençliği türlü inanılmaz, hatta deyim yerindeyse ‘efsanevi ölçülerde’ olayla doludur. Acayip hızlı koşar, birkaç ayda on binden fazla kitap okur, hayvanlarla konuşur, perilerle oynaşır, arafta yaşayanlardan ve şeytani köpeklerinden uzaklaşmayı başarır. Neredeyse ölümsüz bir masal kahramanıdır. Bir babadır çünkü o.
Derken “Babamın Ölümü: 1. Tekrar” başlıklı bölüm gelir. Romanın, okuru yakalayan damarı bu noktada devreye girer. Bloom ölmektedir. Maceradan maceraya koşarken geride bıraktığı, ancak bir yakıt ikmali istasyonu olarak gördüğü evinde, her sabah aynı insanları görmekten nefret ettiği bir hayattan sonra, üç kişinin -aile doktoru, karısı ve oğlu- gözleri önünde. Aslında, kendisine kapanmış diğer babalardan farkının olmadığıyla yüzleşir okur.
Bu ara bölümlerin sonrasında, oğlunun gözünden dinlediğimiz Bloom’un hikayeleri sürer. Ama kahramana olan hayranlık giderek yerini, ölümlü insana yönelik sorgulamaya bırakır. Kendi doğumunda yağmurlar yağdıran Edward Bloom, oğlunun doğumunda radyodan Amerikan futbolu maçı dinlerken, karısının doğuma hazırlanmakta olduğunu fark etmeyen bir adamdır. Masal bitmiştir artık. Baba, oğluyla aynı düzlemdedir.
Dostumun babasını son yolculuğuna uğurlarken düşündüm Bloom ile oğlunun konuşmalarını. Kendi babamı. “Benim babam...” diye başlayan çocukluk cümlelerini. Devleri bile dize getiren babaların, diz çökmüş hallerini. Belki de Edward Bloom’un oğluna dediği gibi, geriye sadece hikayeler kalıyor: “Bir adamın anlattığı hikayelerin hatırlanması o adamı ölümsüz kılar, bunu biliyor muydun bakalım?” n