Kültür Sanat Hayat atölyesi

Hayat atölyesi

17.10.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Hayat atölyesi

Hayat atölyesi




Hayat atölyesi
Geçen hafta Danimarka’daydım. "Kopenhag’a niye gidiyorsun?" diye soran herkese, birkaç gün boyunca aynı sulu espriyi yaptım: "Kriter almaya gidiyorum. Buraların kriterleri bana pek uymuyor, oranın kriterleri çok iyiymiş diyorlar."
Nicedir "Hamlet ile Hitler" adlı bir öykü üzerinde çalışıyorum. 1986 yılında ortaya çıkmış bir fikri, beni heyecanlandıran yeni bir öyküleme tekniği deneyerek geliştiriyorum nicedir. Bu öykünün malzemesi beni o denli ele geçirdi ki, son iki aydır bir yandan "Sayfadaki Gibi" adlı kısa oyunumu yazarken, öte yandan dönüp bu öyküyü yazmayı sürdürdüm. Bittiğinde, "Yedi Kapılı Kırk Oda" adlı kitabımdaki yerini alacak.
Bu sırada çeşitli "Hamlet" çevirilerinin yanı sıra, Shakespeare, Hitler, faşizm ve tiyatro üzerine çeşitli ve yoğun okumalar yapıyorum. Yıllar önce okuduğum halde, T.S. Eliot’ın "Hamletöten pek hoşlanmadığını unutmuşum; Remzi Kitabevi’nden çıkan "Denemeler"inde yer alan "Hamlet ve Sorunları" yazısında oyunla ilgili hoşnutsuzluklarını dile getirir Eliot.
Oğuz Özügül’ün derlediği Pencere Yayınları’ndan çıkan "Sanatın Psikolojisi" adlı kitapta Lev S. Vygotski’nin "Danimarka Prensi Hamlet’in Tragedyası" başlıklı ilginç bir yazısı var.
Hadiye Sayron’un "İngiliz Edebiyatı Üstüne Denemeler" adlı kitabında "Shakespeare ve Eski Yunan Trajedisi" adlı yazısını yıllar sonra yeniden okudum.
Bir dönem Yurdanur Salman’ın yönetiminde yayımlanmış, noksanlığını hâlâ hissettiğim Kuram Dergisi’nin 7. sayısında Hande Yarımcalı çevirisiyle yayımlanmış Carolyne G. Heilbrun’un "Hamlet’in Annesinin Karakteri" yazısını da ilgiyle okudum. Daha önce okumadığım Shakespeare üzerine yazılmış kimi kitaplarla, Mina Urgan’ın yazdıklarına daha geniş bir zaman ayırmak durumunda olduğumu biliyorum.
Derken, yola çıkmadan önce bir baktım Varlık Dergisi’nin bu ayki sayısında Ali Neyzi’nin "Türkçe’de Shakespeare ve Özelikle Hamlet Çevirileri" başlıklı ilginç yazısı çıktı. Benim için mükemmel zamanlama!
Bu arada kim olduğunu hatırlamadığım biri, "Hiçbir yerde bulunmuyor," diye benden Sabahattin Eyüboğlu çevirisi "Hamlet"i almıştı bir tarihte. Geri getirmemiş. Solculuğun yararı kadar zararını da görmüşümdür şu hayatta ama benim için önemli zararlarından biri, paylaşmacı bir ruhla sağa sola verdiğim kitapları geri alamamak olmuştur. Bir gece ansızın en gereksinim duyduğunuz anda, o kitap yerinde yoktur ve gözünüzün önünde beliren bulanık resimdeki o kişinin, kim olduğunu ümitsizce hatırlamaya çalışırsınız.
Burada sayamadığım daha birçok kaynak var elbet Shakespeare ve Hamlet hakkında. Bir şey yazarken, ne aradığınızı bilmeden konunun etrafında birçok şey okursunuz. Bu aslında içinizdeki gezinin bir parçasıdır. Kimi okumalarınızı daha sonra gereksiz bulabilir ya da yeniden okuduklarınızı zaman kaybı olarak yorumlayabilirsiniz. Hiçbir şey boşuna değildir oysa. Kendinizi biriktiriyorsunuzdur. Hiçbir şey kaybolmuyor. Bir yerlerde durup sahiplerini bekliyor. Özellikle dergi yazılarını anmam boşuna değil. "Dergileri kim okuyor?" ya da "Bu yazdıklarımız havaya, suya yazılıyor," dememek gerek. Ne olursa olsun, işimizi en iyi biçimde yapmayı sürdürmeliyiz. Bakıyorum da "Yazko - Çeviri" güzel dergiymiş meğer, diyorum; "Kuramöda nice dopdolu yazı yer almış, diyorum. Yazanlara, çevirenlere, bunca yazıyı bizim için bir yerlerde bekletenlere minnet duyuyorum.
Giderken yanıma "Hamlet ile Hitler"in bitmiş bölümlerinin yer aldığı dosyamı aldım. Danimarka’da bir gece, kaldığım otel odasında açtım öykümü kendime okudum yüksek sesle. Sanki gözlerim benim değildi. Sanki yazdığım satırlar da benim değildi. Danimarka’da bir gece, daha önce onlarca kez okuduğum öykümün içinden bambaşka duygularla geçtim.
Sırf "Hamlet" oyununda "Çürümüş bir şey var şu Danimarka krallığında," sözü geçiyor diye oralara kadar taşıdığım öyküm, beni zaman, tarih, sanat, edebiyat, yaratıcılık, süreklilik ve benzeri şeyler üzerine hiç gidemediğim kadar uzak bir yolculuğa çıkardı.
Sait Faik "Yaşasın Edebiyat!" derken belki bunu demek istiyordu diye geçirdim içimden. Biliyorum: Çünkü, ben de "yazmasam çıldıracaktım". Edebiyat ve sanat bana hayatımı vermiş.

Her biri kendi ülkesinde tanınmış adlar olan yazarlar, Mısır’dan Alfred Farag, Lenin El - Ramly, İnas El - Degheidy, Ürdün’den Fadia Faqir, Afganistan’dan Atiq Rahimi, Lübnan’dan Paul Mattar, Tunus’tan Raja Amiri, İran’dan Maziar Bahari, Bahram Bayzai ve Türkiye’den benim bu proje için yazdığımız kısa oyunların bir araya getirilmesiyle ortaya çıkacak "Bin Bir Gece" için verilen akşam yemeğinde, Kopenhag’ın "yeni liman" dedikleri bölgesindeki bir restoranda herkes ilk kez bir araya geldi.
Ertesi sabah Betty Nansen Tiyatrosu’nun, stüdyo sahnesindeki bir masa etrafında toplanan yazarlar, oyunlarını yönetmenin isteği üzerine kendi dillerinde anlattılar, bu konuşmalar filme alındı. Yönetmen, sıkıştığı zaman dilini anlamasa da bu konuşmalara ve yazarların yüz ifadelerine başvuracağını söylüyordu. Ayrıca bir hafta boyunca çalışmanın bütün anları İsveç ve Danimarka TV kanalları için banda alındı.
Kendi adıma benim en çok Tunus’tan Raja Amiri ile Afganistan’dan Atiq Rahimi’nin metinleri ilgimi çekti.
Raja Amiri, Fransa’da sinema okuyor ve metnini daha sonra filme almak istediğini söyledi. Atiq Rahimi ise Afganistan’daki yönetim engelini aşıp gelemeyenlerdendi, ancak metnini gönderebilmişti.
İlginç portrelerden oluşuyordu yazar kadrosu. Örneğin Inas El - Deghiedy, Mısır’ın filmleri çok iş yapan ünlü kadın yönetmenlerinden biri, bir film yıldızı kadar şık, havalı ve bakımlı; çektiği eleştirel komedi tarzındaki filmlerden ötürü, mollalarla başı derde girdiği için dört kez hapse girip çıkmış.
Mısır’ın Yaşar Kemal’i havasındaki Alfred Faraq, aynı zamanda İskenderiye Kütüphanesi’nin yönetim kurulu başkanı. Bize bu projenin İskenderiye’de sahneleneceği müjdesini verdi ki, benim bu proje için yazdığım oyunun sayfa ve yazıyla ilgili olduğu düşünülürse, bu işe en çok ben sevindim.
Bir ayağı Kanada’da olan İranlı Maziar Bahari, aslında belgesel filmler çeken bir gazeteci, oyununu da gerçek bir gazete haberinden yola çıkarak kurmuş. İngiltere’de yayımlanan şık bir edebiyat ve sanat dergisi olan Tank Dergisi’nin de temsilcisi.
Fadia Faqir, İngiltere’de yaşayan Ürdünlü feminist bir kadın akadamisyen yazar, şimdilerde politikaya atılmak üzere. Bir incelemesinin Türkçe’de bir seçkide yayımlandığını bizden öğrendi ve şaşırdı; haberi bile yokmuş. Yerli yazarlardan izin alma gereği duymayan yayıncılarımız, yabancı yazarlardan mı alacak?
Bu arada oyunun yönetmeni olan Alan Lyddiard benden kendi oyunumu yönetmemi istedi. Tiyatroyu çok özlemişim. Hazırlıksız yakalanmıştım. İlkin metnimi Türkçe okudum. Kulaklarında Türkçe’nin şiiri kalsın istedim. Ardından kalkıp yazarken hayal ettiklerimi mizansene döktüm, yalnızca bu oyun için farklı tiyatrolardan bir araya getirilmiş profesyonel oyuncularla iki gün boyunca prova yaptım. Özellikle tiyatrocuların ilgisini çekeceğini düşündüğüm bu work - shop çalışmasının ayrıntılarından ve üstte fotoğrafını gördüğünüz Malmö köprüsünden geçerek İsveç’e yaptığım günübirlik yolculuktan gelecek hafta söz edeceğim.

Ekibin kaldığı Palace Hotel, kentin meydanında Belediye Sarayı’nın hemen yanında yer alıyor. Duvardan duvara desenli, renkli halıları, taç biçiminde perdeleri püsküllü yatak başları, ahşap mobilyalarıyla tam eski moda sıcak bir oturma odası havasındaki her bir odaya, daha önce orada kalmış bir ünlünün adı verilmiş. Örneğin benim yanımdaki odanın adı "Charlie Chaplinödi. Ben "The Ander Jensen" odasında kaldım. (Galiba aynı zamanda otelin kurucularındanmış.) Barbaros, "David Essex" odasında kaldı. (Anımsayanlar olacaktır. ‘70’lerin ünlü şarkıcılarından olup, David Cassidy ile aynı dönemin "genç kızların sevgilisi" kontenjanındandır.)
Kopenhag’da adım başı 1400’den, 1600’den kalma, ama belli ki, her dönem bakım görüp elden geçtiği için, olanca tarihiyle sapasağlam ayakta duran binalarla çevrilisiniz. Ünlü "Danish cake"lerinden yemek için ünlü "Royal Copenhagen" pastanesine gittik. Bina 1400’lerden kalmış. Dünyaca ünlü tasarımcı Georg Jensenn’in tabak - çanak, çatal - bıçak tasarımları aynı binada sergileniyor. Şu sıralar Türkiye’deki sergisiyle yeniden gündeme gelen ve Danimarka’da çok haklı bir üne sahip olan Alev Ebüzziya Siesbye’ın kobalt mavi çanaklarından gördük.
Ve geçtiğimiz haftalarda Türkiye’deki sergisi nedeniyle sayfamda geniş yer ayırdığım Arne Jacobsen’in odalarının ayrıntılarına varana dek bütün tasarımını gerçekleştirdiği "Royal Copenhagen Sas" otelinde bir öğle yemeği yedik. Bu anlamda Danimarka bir tasarımlar ve tasarımcılar harikası. Çatal - bıçaktan, koltuk - kanepeye hemen her şey, ev içlerinin yeniden ve yeniden güzelleştirilmesini amaçlıyor. Kafeleri bu kadar güzel dekore edilmiş az yer gördüm hayatımda.
Modern tasarımcı Bo Bendixen, kartpostaldan tişörte, kibrit kutusundan çoraba, kahve fincanından havluya varana dek her şeyin üzerini kendine özgü çizgileriyle desenliyor. Japonya’dan Amerika’ya kadar uzanan galeri mağazalar zincirinin parçası olarak yalnızca onun ürünlerinin satıldığı bir yer var.

Bu yolculuğun hikâyesi şöyle başladı: Danimarka’daki "Betty Nansen" tiyatrosundan Jacob Mealander, Avrupa’nın birçok önemli festivalinde yer aldığı için haberdar olduğu "Dumrul ile Azrail"in kasedini istetip izliyor ilkin, ardından Almanca çevirisini okuyor ve uçağa atlayıp Türkiye’ye geliyor.
Dulcinea’da bir akşamüstü buluştuğumuzda, doğrusu biraz gönülsüzdüm. Romanımın ve sonrasındaki Türkiye turunun yorgunluğu üzerimdeydi. Bu yüzden önerisine hemen yanıt vermedim. Onlarsa, geçmişlerinde Robert Wilson’dan, Tom Waits’e birçok kişiyi ikna etmede usta olduklarını söylüyorlardı. Projeleri "Bin Bir Gece" adını taşıyordu. Mısır, Tunus, İran, Ürdün, Afganistan ve Türkiye’den seçtikleri yazarlardan "bin bir gece" temasından yola çıkan kısa oyunlar istiyorlardı. Yazarlar birbirlerinin ne yazdıklarını bilmeden, Kopenhag’da bir araya gelecek ve yönetmenin denetiminde bir hafta boyunca sürecek bir "work - shop" çalışmasına katılacaklardı. Bu sırada kısa oyunlar kendi aralarında bütünlenerek, ortak bir yapı ortaya çıkarılacaktı. Yönetmen, İngiltere New Castle’daki "Northern Stage"ın başında olan ve aynı zamanda bu tür parçalı yapıları sahnelemedeki ustalığıyla bilinen Alan Lyddiard’dı. Sahne tasarımcısı da İngiltere’dendi. Oyun aralık ayında Danimarka’da Danca, mart ayında İngiltere’de İngilizce olarak sahnelenecekti.
Ancak kendi oyunum için yeni bir düşünce yakalayabilirsem bu projede yer alabileceğimi söylemiştim ama anlaşılan içimdeki saat çalışmaya başlamıştı bile...
Tiyatroda her zaman yeni bir gramer arayışında oldum. Tiyatro yapmak benim için öncelikle yeni bir dil ve gramer demektir. Bunu başarmadan asla yeni bir oyun yazmayacağımı biliyordum. Nitekim adını "Sayfadaki Gibi" koyduğum oyunumun temel fikrini yakalayınca heyecanlandım ve oturup yazdım. Okuyup fikirlerini söylemelerini rica ettiğim hocam Sevda Şener, yayımcım Müge Gürsoy Sökmen, Bülent Erkmen, Mustafa ve Övül Avkıran, Murat Çelikkan ve İpek Bilgin’in yüreklendirici övgüleriyle yola çıktım.