Kültür Sanat Hayat atölyesi

Hayat atölyesi

12.09.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Hayat atölyesi

Hayat atölyesi




Hayat atölyesi
Seni sordum Murat Çelikkan’a ‘Murathan ne yapıyor?’ diye. O da, ‘Pek evden çıkmıyor, camda durup geleni geçeni kahveye çağırıyor,’ dedi". Bunları söyleyense Kaktüs’te rastladığım Tangül. Yalan! Evden çıkmadığım, camda durduğum, herkesi kahveye çağırdığım, bunların hepsi Murat’ın uydurması. Bir yandan da doğru gibi. Cihangir’in göbeğindeyim. N’apıyım, herkes penceremin önünden geçiyor. Neredeyse benden habersiz kuş uçmuyor mahallede. Çok şükür her zaman taze kahvem vardır, ayrıca camları açtım mı, şu Istanbul sıcağında püfür püfür esiyor. Hem evde oturmasam, bu kadar işi ne zaman yapacağım? Ama gene de sanki Murat’ın bir uydurması var işin içinde. En hakiki gerçekler bile onun ağzında uydurmaymış gibi duruyor.
Geçen gün bir baktım, Doğan Hızlan ile Hami Çağdaş, Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi’nin önünde durup, fırsatçı müteahhitler gibi gözlerini köşedeki benim biricik "Gündüz Apartımanı"ma dikmiş alıcı gözlerle inceliyorlar. Paniğe kapıldım. Sesimi duyurma mesafesinin biraz dışındalar, hemen cep telefonuna sarıldım. Her neyse korkulacak bir şey yokmuş. Bütün katlarıyla yıllardır bomboş duran caddemizin bu en güzel apartımanının bir gün benim olacağının hayallerini kurmaya devam edebilirim.
Nihat Odabaşı ile sokak çekimleri yaptığımız o gün, baktık o apartımanın önünde bir de eski model bir Chevrolet durmuyor mu, işte o güzel resimler, işte o güzel gün, o güzel apartımanın önünde tesadüfen duran o güzel Chevrolet’ye yaslanmışken çekildi.
Tam kapıdan çıktım, baktım elinde alışveriş torbasıyla Ülker İnce. Ne zamandır görmüyordum. Buraya taşınmışlar. "Sen ne arıyorsun burada?" dedi. Hemen arkamdaki kapıyı gösterip, "Burada oturuyorum," dedim. Lawrence Durrell’ın "İskenderiye Dörtlüsü"nü, dilimize birbirinden güzel kitaplar kazandırmış olan Ülker İnce’nin özenli çevirisinden okuduğumuzu anımsatmak isterim. Ayrıca benim "Çilek" ikonlu dizim için, Truman Capote’nin "Başka Sesler Başka Odalar"ını çevirmişti. Ne güzel kitaptır o!
Bülent Somay, mahallenin muhtarını arıyordu. Seçmen kayıtlarına bakacakmış. Camdan seslendim. "İşin bitince kahveye gel," dedim. Fantezi edebiyattan hoşlananlarca "Korkak ve Canavar" adlı kitabı çok sevilen Barış Müstecaplıoğlu’nun yeni kitabı çıkıyormuş, onun haberini verdi ilkin Bülent. Bildiğiniz gibi, Metis Yayınları’nın bilimkurgu dizisini yönetiyor. Yazdıklarımı paylaşmaktan hoşlandığım biridir. Önce, Milliyet Sanat Dergisi’nin bu ayki sayısı için yazdığım "Yazınca geçen, yazıyla kalan" başlıklı yazıyı okuttum ona. "Yaz Geçer" kitabımın onuncu yılı nedeniyle kitap üzerine kuşbakışı söz aldığım bir deneme bu. Ardından yazmakta olduğum yeni oyunun girişini bu kez ben yüksek sesle okudum ona; onayını aldım. Sonra artık hak ettiğimizi düşünerek, şöyle "mırra" kıvamında bir "double espresso" yaptım ikimize.
Ben, yıllar önce Ankara’da öğrenciyken, ODTÜ Tiyatro Şenliği’ne Boğaziçi Oyuncuları, Brecht’in "Üç Kuruşluk Opera"sı ile gelmişlerdi. İyi bir yapımdı. Bülent de oynuyordu. Başarılı bir kompozisyon çizmişti. Boğaziçi Oyuncuları uzun yıllar ardı ardına iyi oyunlar sergilemiş önemli bir topluluktu. Lise ve üniversite tiyatrolarının, o tiyatro şenliği geleneğinin şimdilerde yitirilmiş olmasına gerçekten üzülüyorum. Türk tiyatrosunu çok beslemiş taze kaynaklardı onlar.
Şehir Tiyatroları’nda "Gençlik Günleri" düzenlediğim yıllarda, şimdi sinema yazıları ve romanlarından tanıdığımız Mehmet Açar’la da Boğaziçi Oyuncuları olarak oynadıkları "Fantazya" adlı oyun nedeniyle tanışmıştık. Sanıyorum oyunu da o yazmıştı.
Ertesi gün baktım sokaktan Esen Çamurdan geçiyor. Esen, benim Ankara Devlet Tiyatroları’nda çalıştığım günlerden arkadaşımdır. Sonra İstanbul Şehir Tiyatroları’nda yeniden birlikte çalıştık. O, halen İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda dramaturg. Yanı sıra tiyatro üzerine kitaplar yazıyor: "Çağdaş Tiyatro ve Dramaturgi", "Hıçkırmakla Haykırmak Arası Sabahattin Kudret Aksal Oyunlarını Bir Okuma Denemesi" gibi kitapları var. Yeni kitap çalışması tiyatroda şiddet üzerineymiş. Epeydir görüşmüyorduk onunla. Özlemişiz birbirimizi. Aylardır Londra’daymış. Sonra Paris’e geçmiş. Bir sürü oyun seyretmiş. Avrupa’da yeni "yükselen trend" okuma tiyatrolarıymış. Hem Londra’da hem Paris’te bir sürü grup, okuma tiyatrosu yapıyor, yeni tiyatro metinlerini bu yolla tanıtıyormuş.
Esen, Londra’da Vanessa Redgrave’i sahnede Oscar Wilde’ın "Lady’s Windermere’ın Yelpazesi"nde seyretmiş. Kadının rolüne kattığı boyuttan, nüanslardan söz etti. Tabii aylar öncesinden biletleri tükenen bu oyuna yer bulmak bir hayalmiş. Tiyatronun bir de böyle büyüleyici bir yanı var işte. Sizin için efsane olan bir oyuncuyu canlı canlı sahnede seyrediyor, varlığıyla büyüleniyorsunuz. Ben yıllardır hep Ian McKellen ile Judi Dench’i birlikte seyredemediğime yanarım. İnsan bir de bunlar için zengin olmayı isteyebilir işte. Bir uçağa atlayıp akşamına oyun seyredip sabahına dönmek için... Anthony Hopkins’i, Meryl Streep’i, Jeremy Irons’ı, Jessica Lange’ı tiyatro sahnesinde izlemek isterdim doğrusu. Siz de bu doğrultuda kendi listenizi yapabilirsiniz. Biliyorsunuz, geçtiğimiz yıllarda Nicole Kidman Londra’da bir Arthur Schnitzler uyarlaması olan "Mavi Oda"da rol almıştı. Çok görmek isterdim doğrusu.

Geçen akşam DigiTürk’te, Sean Penn ile Elizabeth Hurley’nin oynadıkları "Suyun Ağırlığı" diye bir filme rastladım. Keyifle seyrettim. Filmin bir sahnesinde Dylan Thomas’ın bir şiirini okuyor Sean Penn. Dramaturjik olarak filme çok iyi yerleştirilmiş bir sahne bu. Şiir, adamın kaderi oluyor. O, şiiri okurken aslında kaderini okuduğunu bilmiyor. Şiir, sonu oluyor. Sabaha karşı uyandım, kalktım kitaplıktan Dylan Thomas’ın şiirlerini buldum. Sonra apansız bir şiir yazdım ben de. Kendim de şaşırdım. Gün çoktan ışımıştı yazdığım şiir bittiğinde. Şiiri ileride yayımlanacak olan "Ot" adlı kitabımın dosyasına kattım. Ertesi gün baktım, geçen yıl da aynı temada bir şiir daha yazmışım: Nedensizlik üzerine...
Sean Penn’in yönettiği, DigiTürk’te "Çaylak" adıyla gösterilen "Pledge" filmini yakalarsanız, sakın kaçırmayın. Bir süredir Sean Penn adı benim için hep bir kaliteye işaret ediyor.

Hayat atölyesi
Galiba TRT gene edebiyat uyarlamaları yapacaktı bir tarihte. Halit Refiğ’in filme almak istediği romansa, "Pertev Beyin Üç Kızı"ydı. Kitabı da, Münevver Ayaşlı adını da hiç duymamıştım. Arkadaşım Mehmet Murat Somer ise kitabı okuduğu gibi, üstelik çok da beğenmişti. Hemen kitapçılara düştük. İlk okuduğum Ayaşlı romanıdır o. Kapağında eski usül bir illüstrasyon vardı, Sebil Yayınları’ndan çıkmıştı. Ardından "Dersaadet"i okudum. Timaş Yayınları, şimdi bütün eserlerini art arda basıyor. Hoş bir kitap boyutunda, özenli bir baskıyla. Daha çok bir hatırat yazarı olarak bilinen Ayaşlı’yı yakından ve topluca tanımak için iyi bir fırsat.
Münevver Ayaşlı, Samiha Ayverdi, uzun yıllar Türk solunun uzak durmayı seçtiği, ancak, siyasal adlandırmaların barikatlarını aşarak gerisindeki serüveni merak eden hakiki edebiyat tutkunlarının ilgisini çekmeyi başarmış adlardı. Edebiyatı iş ya da merak edinmiş kişiler, dünya görüşü, siyasal tercih gibi her çeşit yaklaşım farkını saklı tutarak da bir kitap ya da edebiyat eseriyle ilişkilenmeyi bilmedir. Onları hakiki okur yapacak olan budur. Özellikle edebiyat söz konusu olduğunda. Ayrıca birçok kitap, salt edebi niteliğiyle değil, edebi malzemesi nedeniyle de insana okuma keyfi kazandırabilir. Biz kendi kültürümüzle konuşmayı yeni öğrenmeye başlayan bir toplumuz. Açıklığın sırasıdır.
Ayaşlı’nın "İşittiklerim Gördüklerim Bildiklerim" ise, adından da anlaşılacağı gibi, bir dönem kitabı. Okumamıştım. Hemen ona başladım.

Tadım kaçtı. Hangisine gitsem eski tadı yok. Eskiden özel olarak sahaf gezme günlerimiz vardı. Beyazıt’a gider, Kadıköy’e geçerdik. Galatasaray’dakiler açıldığında çok sevinmiştik. Sahaflar bitmişe benziyor. Ya yeni baskı kitap satıyorlar, ya okul, ders kitapları. Eski kitaplarla, yeni kitapları iç içe sattıklarından bakması, gezmesi, Murat Somer’in deyişiyle "eşinmesi" zor oluyor.
Rahmetli Bilge Karasu’nun, Halit Ziya Uşaklıgil’in sadeleştirilmiş eserleri için, hoş bir ayrım tanımı vardı. O, bu kitapları, "d" ile sadeleştirilmişler ve "t" ile sadeleştirilmişler diye ikiye ayırırdı. Halit Ziya hayattayken kendi eliyle sadeleştirdikleri, kapak içlerinde "sadeleşdirilmiş" diye yazılırken, ondan sonra yapılanlar "sadeleştirilmiş" diye yazılıyordu.
Halit Ziya’yı "sahiden" okumak isteyenlere kendi eliyle "sadeleşdirdiklerini" salık veririm. Halit Ziya bu çabaya değer. Zorlansanız da sürdürün, bir eşiği atladıktan sonra göreceksiniz, keyfiniz artacak.
Halit Ziya’nın kendi eliyle "sadeleşdirdikleri" koleksiyonumda çok az eksiğim kaldı. Ha sahi, kimsede "Sepette Bulunmuş" var mı?
Sahaflardan salt İhap Hulusi’nin ya da Münif Fehim’in yaptıkları kapak illüstrasyonları için aldığım kitaplar vardır bir de... Sağ olsun hocam Sevda Şener, illüstrasyonlarını Münif Fehim’in yaptığı eski bir "7 Gün Neşriyatı" göndermiş: "Eski Şiir Bahçeleri". Refik Halit Karay’ın en sevdiğim romanlarından biri olan "Bu Bizim Hayatımız"ın Nebioğlu baskısını sırf Münif Fehim kapağı yüzünden almışımdır. Tıpkı Server Bedi’nin "Beklenen Nişanlı", Yusuf Ziya Ortaç’ın "Üç Katlı Ev", Meliha İksel’in "Taş Konak" kitaplarını bu yüzden aldığım gibi... Melih Cevdet Anday’ın "Aylaklar" romanını çok severim. Bu kitabı yeni baskısından okumuştum. Ama sonradan eski bir Remzi baskısını Çetin Özkırım’ın acı yeşil çizgilerle süslediği kapağı yüzünden aldım. Çağatay Uluçay’ın yeni baskılı kitapları mevcutken gidip eskilerini topladığım gibi...
Sahaflara son uğradığımdaysa, Rikkat Uyanık’ın "Beyaz Köşktekiler" diye bir kitabını aldım. Belli ki, o zaman da pek kimseler tanımazmış. Bazı kitaplar zamanla yalnızca yazarlara kalır. Kimi zaman eski İstanbul, Osmanlı, gündelik hayatın sıradan görünen malzemesi bambaşka bir derinlik kazanır, hiç ummadığınız kitapların sayfaları arasından beklemediğiniz hayatlar fışkırır. Sahaflar edebiyatın zaman aynasıdır.

Everest Yayınları, Buket Uzuner kitapları için Timuçin Unan’a ayrı bir kapak düzenlemesi yaptırmış. Hem yayınevinin genel dizisinin dışında yazarına başlı başına kurumsal bir kimlik kazandıran işler bunlar, hem de yayınevinin genel imgesinin dışında değil. Yakalanması güç bir denge. Şık bir iş. Timuçin Unan’dan daha önce de söz etmiştim bu sayfada. Benim de birkaç kitabımda çalıştığım bir sanatçı ve yıl sonu çıkacak olan "Murathan Mungan Okuma Kitabı" dizi tasarımı da onun imzasını taşıyor.

Ahmet Yıldız yönetiminde Ankara’da iki ayda bir yayımlanan "Edebiyat ve Eleştiri" dergisi onuncu yılını tamamlamış. Gönülden kutlarım. Kendine özgü çizgisini sürdüren, kendi sözünü koruyan bir dergi bu. Merkez yayıncılığın dışında bir yerde durup söz alıyor. Nitelikli bir ödünsüzlüğü var. Tartışma ortamını canlı tutmaya çalışıyor. Kayıtsız kalınamayacak bir dergi. Takibinde yarar var.