Kültür Sanat Hayat atölyesi

Hayat atölyesi

14.03.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Hayat atölyesi

Hayat atölyesi

Hayat atölyesi

MURATHAN MUNGAN

Konservatuvar koridorlarından bugüne
Ankara’da üniversitede okurken, yardımcı ders programı kapsamı içinde Konservatuvar’da oyunculuk derslerine giriyordum. Cüneyt Gökçer, Ahmet Levendoğlu, Can Gürzap, Cihan Ünal derslerine girdiğim başlıca hocalardı. Konservatuvarın koridorlarında dolaşan tiplerin çoğu bugünün ünlüleri oldu. Tamer Levent, Ahmet Uğurlu, Derya Baykal, Levent Özdilek, Nurseli İdiz, Selçuk Yöntem, Mehmet Ali Erbil, aralarından şu an geniş kitlenin tanıyabileceği isimler... Mehmet Ali Erbil, şimdi ekranda yaptıklarını o zamanlar yatakhanede yapıyordu. Civan Canova o sırada en ünlüleriydi. Çünkü, Yılmaz Güney’in "Arkadaş" filminde önemli bir rolde oynamıştı. Ve ben bir yandan, Yılmaz Güney üzerine bitirme tezi hazırlamaya başlamıştım.
Kimi zaman konservatuvarın koridorlarında türkü söylerken sesini duyardım. Çok güzel türkü söylerdi. Sesi, okuyuşu kulaklarımda kalmış olmalı ki, yıllar sonra Şehir Tiyatroları’nda çalışırken, Gencay Gürün, "Evita" için birini arıyordu. Zuhal Olcay’ı önerdim. "Sesi var mı?" diye sordu. Kulaklarımda kalan sesi anlattım. "Siz bi konuşun," dedi. Akşamına, Zuhal Olcay’ı aradım. Sonrasını biliyorsunuz.
Yıllar içinde çok az karşılaştık. Geçen akşam telesekreterimde Zuhal Olcay’ın sesi. Geri aradım. (Bu söze bayılıyorum, Türkçe olmayabilir ama, insanın derdini bir seferde anlatıyor.)
Ne zamandır Haluk Bilginer ile birlikte bir tiyatro sahnesine sahip olmaya çalışıyorlar. Sevindirici haber: Nihayet bitiyormuş. Nisan gibi perde açacaklarmış. Şarkılarla oyunlu bir gösteri hazırlıyormuş. Benden yıllardır kimsenin bilmediği eski bir müzikalden şarkılarımı istedi. Sevindim.
Yıllar önce yazdığım, çeşitli nedenlerle sahnelenmeyen kabare tarzı müzikalimden bazı şarkıları, açılış gösterisindeki programında okumak istiyormuş. Selim Atakan bu müzikal için gerçekten birbirinden güzel şarkılar bestelemişti. En çok onun emeğinin bunca yıl saklı kalmış olmasına hayıflanırım. Sizler, "Yeni Türkü" albümüne aldığı için o müzikalin yalnızca iki şarkısını biliyorsunuz: "İstersen Hiç Başlamasın", "Çember".
Yıllar sonra bazı yollar böyle kesişiyor.
İkinci telefon Nükhet Duru’ylaydı. Benim "cover" albümde "Aşk Yeniden"i seslendiriyor. Günümüz müziğinin yeni sesleriyle dolan kulaklarımıza yakın gelecek daha tempolu bir şey olması, ritminin hızlandırılması gerektiğini söyledim. Üstüne daha sonra remiks de yapılabilecek bir altyapının kurulması gerekiyor. Düzenlemeyi Tansel Doğanay yapıyor. "Cover" şarkılarda, düzenleme çok daha önem kazanıyor.
Yaz geliyor. Akdenizin tuzu, tutuşan yıldızlar, ürperen sahiller... Bana da iyi gelecek.
Biliyorsunuz: Yaz geçer yine gelir.
Zaten o yüzden: Aşk Yeniden!

Yüzüklerin Efendisi, Pitt, Avustralyalılar ve yasaklanan film
Nihayet artık gösterimden kalkmak üzereyken "Yüzüklerin Efendisi"ni seyrettim. Bazen öyle olur. Çok istediğiniz halde bir dolu şeyi yapamazsınız. Ben de kimi sahnelerin uzun tutulduğunu düşünüyorum ama sonuçta filmi keyifle izledim. Benim anlamadığım, filmden nefret edenlerin çoğunun, zaten bilimkurgudan, fantastik edebiyattan falan hoşlanmayan kişiler oluşları. Bunları sevmiyorsanız, niye gidiyorsunuz? Bir filmin görevi, niye, zaten o güne kadar sevmemiş olduğunuz şeyleri size sevdirmek olsun ki? Beğenilerin zeminini, ortak ilgiler, yakın dünyalar, benzer duyarlıklar oluşturmaz mı? Bir de insanlar ilgi duydukları konular hakkında yapılanlara daha hoşgörülü yaklaşırken, diğerlerinden bunu esirgeyebilirler. Bu da bana son derece insani geliyor.
Filmde küçük bir rolde görünen Cate Blanchett hayran olunası Avustralyalılardan. Bu kadına bayılıyorum. Oynadığı her filme gidiyorum. "Geyikler Lanetleröde Kureyşa’yı oynamasını istiyorum. Dünya sinema ve müzik endüstrisinde son yıllardaki Avustralyalılar patlamasını biliyorsunuz. Nick Cave’den başlayarak şöyle hızla bir analım: Kylie Minouge, Russell Crowe, Guy Pearce, Nicole Kidman, Baz Luhrmann ilk akla gelenler.
Avustralya eğitim sisteminin ilginç bir yönü var. Bizdeki torna, tesviye, motor eğitimi yapan meslek liseleri gibi sanat liseleri kurmuşlar. Gençler burada ilkin kaba bir sanat eğitimi alıyor, sanatın herhangi bir dalında yeteneklerinin olup olmadığını kavrıyor, sonra branşlarına ayrılıyorlarmış. Onun için iyi kötü hepsi şarkı söylüyor, dans ediyor, oynuyor, hatta bir müzik aleti bile çalabiliyorlarmış, vesaire... Şans tanımadan anlamayacağınız bir sürü yeteneğin ortaya çıkmasına fırsat veren bir yöntem bu. Genç ve işsiz nüfusun bu kadar kalabalık olduğu Türkiye’de benzeri sanat liseleri kurulamaz mı acaba, diye düşünmeden edemiyor insan.
Ne zamandır beklediğim filmlerden biri "Spy Game"ı seyrettim. Filmin "Türkçe" adına sinemanın girişi dahil hiçbir yerde rastlayamadım. Çok daha iyilerini görmüşsünüzdür ama bu türe meraklıysanız, seyirlik bir film.
Filmden kalkarak söylemek istediğim iki şey var. İlki, uzunca bir süredir Hollywood sinemasının tamamen can çekişmekte olduğu... Başta kısa öykü ve sağlam çatılı tiyatro oyunlarıyla beslenen köklü bir drama geleneğinden gelen Amerikan sineması, artık soluğunu tüketti. "Dünyanın bütün orta sınıfları birleşin!" bayrağı altında topladığı ortalama algı, ortalama zekâ, ortalama beğeni için her şeyi ortada bir çizgide buluşturan bir drama anlayışının kullanabileceği bütün klişeleri, kalıpları, kanavaları tüketti. Kendini bile tekrar edemeyecek kadar kendinin sonuna geldi. Asıllarının taklidi olan "B - Movie" dedikleri küçük bütçeli filmler bile asıllarından çok daha içten, çok daha sahici kaldı.
Hollywood’un son yıllarda bağımsız sinemacılara, yabancı kökenli yönetmenlere bunca kucak açması, art arda Avrupa filmlerinin hikayelerine tekrarlar çekmeye başlaması, farkında olduğu tükenişine taze kan arayışının işaretleri bence. Ama yanlışı başka yerde arıyor. Temel hata sürüyor: Tükenen hikâyesi değil, grameri. Hikâyelerin hepsi Antik Yunan’la, hadi bilemedin Shakespeare’la birlikte bitti.
Dünya tükenmiş hikâyeler ve bulunmayı bekleyen yeni ifade yollarıyla dolu.
Artık eli yüzü düzgün bir Hollywood filmi seyrederken, bir zamanlar, Türk filmlerine gösterdiğimiz "müsamaha"nın bir başka çeşidini, Hollywood filmlerine gösterir olduk. Ticari sinemanın genel kalıpları içindeki kısır ifade yollarına başvurmak zorunda kalışına kontenjandan "anlayış ve hoşgörü" dağıtıp duruyoruz.
Filmden kalkarak söylemek istediğim ikinci şey. Brad Pitt’in ciddiye alınması gereken ve gün geçtikçe aşama kaydeden oyunculuğu. Yakışıklı, çekici, sempatik, seksi olmakla kalmayıp, aynı zamanda iyi oyuncu olduğunun filmden küçük bir örneği: Hapishanede feci bir işkence görüyor; ağzı burnu dağılmış, yüzü gözü tanınmaz haldeyken, kurtarılmak üzere oldukları sırada komşu helikopterdeki sevgilisini gördüğünde, öyle bir ifadesi, öyle bir bakışı var ki "oyunculuk beratı"!
Handan İpekçi’nin "Büyük Adam Küçük Aşk" filmini göremedim. Yasaklandığını okudum. Filmi sevebilirsiniz ya da sevmeyebilirsiniz, ama ülkedeki bütün sinemacıların, sanatçıların, eli kalem tutan herkesin, bu konuda ciddi bir karşı koyma kampanyası başlatması gerektiğine inanıyorum. Artık yakınmak, söylenmek, mızırdanmak, ilenmek yetmiyor. Yorgunsunuz biliyorum. Ama bizden başka kimse de yok!

Oğlak Yayınları
M. Turhan Tan’ın arka arkaya "Safiye Sultan" ve "Hürrem Sultan" kitaplarını basan Oğlak Yayınları, tarihi roman furyasında kendi dağarcığımızı hatırlatmaya çalışırken, öte yandan bir yazarı unutuluşun ellerinden kurtarıyor. "Akından Akına", "Viyana Dönüşü", "Devrilen Kazan" gibi birçok kitabını okuduğum M. Turhan Tan’ın, ben, en çok "Cem Sultan"ını severim.
M. Turhan Tan, eski ve azıcık hamasi bir tarihi roman geleneğinin temsilcisidir elbet, zamanının bütün tarihi romanları gibi azıcık miliyetçi bir tonu vardır, yalnız atmosfer kurmadaki başarısına, günümüzdeki birçok tarihi roman yazarının erişebildiğini söyleyemem. Yazarlığın onda dokuzu atmosfer kurmaktır çünkü. Kurmacanın, inandırıcılık ve gerçeklik gibi sorunları ondan sonra gelir.
Gene Oğlak’tan hem kedi, hem polisiye: Lillian Jackson Braun’nın "Brahms Dinleyen Kedi"sini hatırlatmadan geçemedim. "Tersten Okuyan Kedi"den başlayarak öncekileri biliyorsunuz değil mi?
Çağrışım bu ya: Tanburi Cemil’in oğlu Mesud Cemil’in dergilerde yayımlanmış kedili hikâyelerini bir kitapta toplamak Oğlak Yayınları’na yakışmaz mı?
Mesud Cemil’in babasını anlattığı "Tanburi Cemil’in Hayatı" adlı kitabı ayrıca iyi biyografi örneğidir. Zamanında bir sahafa küçük bir servet ödeyerek edinmiştim. Tanburi Cemil’in hayatında tiyatro oyunu olabilecek ciddi bir malzeme var. Keşke biri el atsa...

Tel örgü
İspanyol sanatçı Santiago Sierra’nın Borusan’daki sergisini izledim. Galerinin düzayak olması çok iyi, geçerken uğrayabiliyor insan. Parayla tutulmuş altı Kübalı çocuğun sırtına yapılan dövme çizgisini konu alan video çalışması ekranın karşısındaki ışıklandırılmış tel örgü düzenlemesiyle destekleniyor. Boyları birbirine yakın olduğu için sırtlarındaki çizgi bir süreklilik gösteriyor. Sırt çizgisini tel örgü yarası diye okumanız mümkün.
Santiago’nun diğer çalışmalarıyla birlikte düşünüldüğünde, kapitalizmin satın alma gücünü "teşhir etmeye" yönelen bu tutum, aynı zamanda kendi satın alma gücüyle, eleştirmeyi amaçladığı bu gücü, somutlayıp, onaylamış olmuyor mu?
5 Dolara her şeyi yapabilecek çocukların bulunduğu Küba’da, para karşılığı sırtlarına kalıcı dövme yaptırmayı kabullenen çocukları göstererek neyi tersine çevirmiş oluyorsunuz ?
Çağdaş sanat yönelimleri içinde video - art çalışmaları, tıpkı enstalasyon çalışmaları gibi benim bir gün içinde yer almak isteyecek kadar yakınlık ve ilgi duyduğum bir alan. Ne var ki, gördüklerim, çoğu kez akla gelen ilk fikirle yetinen ya da erken yola çıkmış işler oluyor. Henüz geleneği oluşmadığı, değer ölçüleri yaygınlaşmadığı için, bir sürü eksik, yetersiz iş kabul görebiliyor. Kimi sanatçıların yeni olmanın çekiciliğinden bir an önce yararlanma telaşı, bu çeşit çalışmaların tadına varmayı da, çalışmaların yaygınlaşmasını da engelliyor kanısındayım.

e-posta için tıklar...
Yazar Olmak İçin Ne Yapmam Lazım?
Özellikle yazar olmak isteyen genç insanlardan çok sayıda e-posta alıyorum. Bir dönem "yaratıcı yazarlık" dersleri verdiğimi bilenlerse, çok daha kapsamlı ve özel bilgiler istiyorlar. Bu sayfanın bu iş için uygun olmadığını takdir edersiniz. Yalnızca kuşbakışı birkaç söz edebilirim: Yazarlık bir meslek değildir. "Meslek", tanımı gereği, öğretilebilir ve öğrenilebilir, dolayısıyla aktarılabilir bir disiplindir. İyi bir yazar olmak için, en başta yazarlık yeteneğinizin olması gerekir. Elbette ham yetenek tek başına kişiyi fazla ileriye taşımaz; bunun için okumalar, öğrenmeler, zenginleşmeler gerekir. Çeşitli konaklarda yakıt ya da kumanya tazeleyerek alınacak bir yoldur bu; binlerce unsurun bir araya gelmesiyle ortaya çıkan neredeyse kimyasal bir süreçtir. Yalnızca sevdiğiniz yazarları okumak ve giderek onlar gibi yazmak, sizi yazar yapmaya yetmez. Eğer kişisel bir dünyanız, kendi sesiniz ve temalarınız yoksa, sizi yazar yapan şey yazdıklarınızda kendini göstermiyorsa, daha çok işin teknisyenliğiyle yetinmek durumunda kalacaksınız demektir. Yazmayı kolaylaştıran ve süsleyen tekniklerse öğrenilebilir elbet. Bugün özellikle Amerika’da yazarlık teknikleri üzerine çok sayıda kitap yayımlanıyor; üniversitelerde dersler veriliyor. Ne yazık ki, bu konuda Türkçede fazla kitap yok. Birbirinden çok farklı yazarları okumak, edebiyat tarihinin çeşitli dönemlerinden ve ülkelerinden yapıtlarla tanışmak, edebiyat ve sanat üzerine kuramsal kitapları, eleştirel metinleri, temel denemeleri ihmal etmemek sayılabileceklar arasında aklıma ilk gelenler... Sonuçta bu da kişisel bir maceradır. Herkesin öğrenmeleri de öğrenme yolları da farklıdır. Bana kalırsa, Aristoteles’in "Poetica"sından başlamalı, hatta bu kitap liselerde ders diye okutulmalı, derim. Çünkü, dramatik sanatlar söz konusu olduğunda, hâlâ en temel kitaptır benim için. Yakında bu konuda daha uzun bir kitap listesi verebilmeyi umuyorum.

Max’taki söyleşi
Bu ay Max’ta çıkan söyleşim nedeniyle, söyleşi önerilerini mayıs sonrasına ertelediğim diğer dergilerden sitemler geldi. Söyleşi önceki ay yapılmıştı, yalnız hastalığım nedeniyle fotoğraf çekimi yapılamamıştı, bu yüzden yayımlanması bu aya kaldı.








KÜLTÜR & SANAT