Kültür Sanat heyecanını yitirmemiş festival

heyecanını yitirmemiş festival

05.07.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:

İstanbul Uluslararası Müzik Festivali izlenimlerini bir araya getirdiğimizde karşımıza çıkan 31 yıllık sürecin biriktirdiği deneyim ve sorunlar dikkate değer!

heyecanını yitirmemiş festival

heyecanını yitirmemiş festival
İstanbul Uluslararası Müzik Festivali izlenimlerini bir araya getirdiğimizde karşımıza çıkan 31 yıllık sürecin biriktirdiği deneyim ve sorunlar dikkate değer!

KEMAL KÜÇÜK

ÖZELLİKLE İstanbullu klasik müzik tutkunları yaz rehavetine girmeyi her yıl Müzik Festivali’nden sonraya erteler, koca bir ayı konser koşuşturması hay huyu içinde geçirip, yorgunluk bayrağını caz severlere bırakırlar... Bu yıl ekonomik sorunlara ve klasik müzik yıldızlarının talep ettiği "uçuk" ücretlere karşın, festival yönetiminin yoğun çabalarıyla yine çok önemli solist, grup ve orkestraları dinleyebildik. Daha doğrusu Festival’in artık "asli unsuru" olan ama kış sezonundaki konserlerde kendilerine fazlaca rastlayamadığımız bir dinleyici kesimi devlerin konserlerinde salonları doldurdu; yürekli dinleyici de büyük fedakârlıklarla edindiği biletlerle onlara eşlik etti...
Festival izlenimlerini bir araya getirdiğimizde ortaya çıkan "puzzle", 31 yıllık sürecin biriktirdiği deneyim ve sorunları da ortaya koyuyor.
Öncelikle İstanbul Festivali’nin bir "Yaz Festivali" olduğunu unutmamalıyız. Ne yazık ki son yıllarda Aya İrini ve AKM gibi iki kışlık mekânda sıkışan Festival, kenti kucaklamaktan hayli uzaklaşmıştı. Bunu görmek için festivalin ilk yıllarındaki mekânlara bakalım; Teknik Üniversite, Yedikule, Rumeli Hisarı, Topkapı Sarayı, Konak Sineması, Caddebostan Budak Sineması, Büyükada Kulübü... İklim, topografya ve en önemlisi binlerce yıllık tarihi bir kent var elimizde; Üstelik dünyada başka örneği olmayan bir "Boğaziçi Medeniyeti"nin bize bıraktığı köşkler ve bahçeleri... Çelik Gülersoy’un İstanbul’a hediye ettiği Beyaz Köşk’teki klasik müzik konserleri hatırlanabilir... Buna Sarı Köşk ve Çadır Köşk de eklenebilir...
Festival direktörü Ahmet Erenli, iki yıl önce yaptığımız bir söyleşide,
"Bu mekân problemi bizim için gerçekten çok önemli. Bu kadar tarihi mekân varken AKM ile Aya İrini’ye sıkışmak yanlış," diyor ve ekliyordu:
"İstanbul’daki tarihi mekânları gezdik. Nerede ne yapabiliriz diye... Yedikule Zindanları’nı, Kariye Müzesi’ni, Tekfur Sarayı’nı gezdik. Tekfur Sarayı’nı çok beğendim. Beylerbeyi Sarayı ve Ihlamur Kasrı’na bakılacak. Ayrıca kışın sık konser izlenilen yerlerde yazın da konser izlemek seyirciyi çekmiyor."
Aradan iki yıl geçti. Geçen yıl yine 3 mekânda yapılan festival bu yıl görünürde 15 mekâna yayılmış oldu. Ancak çalınan müziğe uyumlu olan üç kiliseyi çıkartırsak diğer mekânların kenti kucakladığını söyleyemeyiz. Bu yıl büyük çoğunluğu davetlilerin oluşturduğu bir açılış konserini Beylerbeyi Sarayı’nın bahçesinde dinledik. Rüzgârlı ve soğuk bir gece olmasına karşın yaz festivaline anlamını veren bir tarihi dekordu... Ayasofya, Arkeoloji ve Rahmi Koç Müzesi ile, Yıldız Sarayı Tiyatrosu’ndaki birer konser dışında, yine ağırlık Aya İrini’deydi. Ancak çok doğru bir kararla akustiğine hiç uymayan orkestra konseri bu yıl yoktu Aya İrini’de... Çok önemsediğim genç yetenekler konserlerinin bu yıl yapılmayışı da büyük bir eksiklikti. Genç oda müziği gruplarının tanınmasını sağlayan, önemli bir mali yük de getirmeyen bu konserler, Fenerbahçe Parkı ve Hidiv Kasrı bahçesi gibi açık mekânlarda yapılsa bir yaz festivaline yakışmaz mıydı?
Türk eseri çaldıramamak...
Bu yıl İstanbul Festivali, diğer önemli festivallerin sahip olduğu türden bir sürekli orkestraya kavuştu: Borusan Filarmoni Orkestrası... Gürer Aykal yönetimindeki genç orkestra son iki yılda gösterdiği artistik performansıyla bunu hak ediyordu. Açılış konserinde Borusan Orkestrası’ndan Hasan Ferit Alnar, Nevit Kodallı, Yiğit Aydın ve Bülent Darcan’ın yapıtlarını dinledik. İlk kez konulan onur ödülü de ikinci kuşak bestecimiz Nevit Kodallı’ya verildi. 2002 Nejat Eczacıbaşı Ulusal Beste Yarışması’nı kazanan Yiğit Aydın’ın mistik anlamlarla yüklü bestesinin İstanbul’da ilk çalınışı yerindeydi. Ancak Alnar’ın, çok sık çalınan "Prelüd ve İki Dans"ı yerine, neredeyse yıllardır hiç dinlenemeyen viyolonsel konçertosu, açılış konserinin işlevini güçlendirirdi. Üstelik, bu yıl dört tarihi Türk müziği konserinden birinde kendine özgü anlayışı ile "10 saz semaisi" de seslendirilecek olan Alnar’ın, Tarihi Türk müziği makamlarının bir çoğundan çok cesurca yararlanması yanında ilginç ritmik çeşitlemeler de içeren bu yapıtı hiç olmazsa yeniden hatırlatılmış olurdu. Borusan Orkestrası Ayasofya’nın üst galerisinde verdiği konserde de Saygun’un "Yunus Emre Oratoryosu"ndan üç bölüm çaldı. Bunun dışında, Amerika’da yaşayan Münir Nurettin Beken’in "üç keman için konçerto"su İstanbul Oda Orkestrası işliğinde, Emre Aracı’nın Keman Konçertosu da yine İstanbul Oda Orkestrası eşliğinde Cihat Aşkın tarafından seslendirildi. Fazıl Say’ın "Metin Altıok Oratoryosu"nun dünya prömiyeri ilk kez bu festivalde yapıldı. Geçen 31 yılda Türk bestecilerinin çok önemli yapıtları orkestralarımız tarafından seslendirilmişti. Ama Avrupa’nın sayılı festivalleri arasında gösterilen İstanbul Festivali’ne bu güne kadar gelen ünlü orkestralara bir Türk eserini çaldıramadık. İlginç olan, bunun sanıldığı gibi orkestra ve şeflerin artistik kaygılarından değil, tamamen parasal nedenlerden kaynaklanması...
Özellikle büyük orkestralar genellikle yıl içinde çaldıkları, yani provalarını yaptıkları repertuvardan çalıyorlar. Çünkü burada iki provayla sahneye çıkabiliyorlar. Ancak yeni bir eser çalmalarını istediğinizde en az 5 - 6 prova istiyorlar. Bu da orkestranın bir hafta önce Türkiye’ye gelmesi demek. 100 kişilik bir orkestranın konaklama ve harcırahları inanılmaz büyük yük getiriyor. 2 konserlik bir program 3 konser kadar maliyet getiriyor. Festival yönetimi bu konuda çaresiz kalıyor. 2000 yılında bir ünlü solistten ekstradan 20 dakikalik bir yerli eser çalması istenmiş ancak inanılmaz bir maliyet çıkınca bundan vazgeçilmişti. Bugün bir çok ABD ve İngiliz bestecisinden hiç aşağı kalmayan bestecilerimiz var. Ne yazık ki bestecilerimizin eserleri yabancı orkestraların repertuvarlarında yok.
Festival var, kritik yok
Üç yıl önce Time Dergisi’nin haziran ayının en iyi 6 festivalinden biri olarak gösterdiği İstanbul Fesvali’ne bu yıl katılan bir çok virtüoz ve orkestra şefini şaşırtan en önemli şey, konserlerinin ertesi günü okuyabilecekleri bir kritiğini bulamayışlarıydı. Ahmet Erenli’nin iki yıl önceki yakınması bu yıl da aynen geçerliydi: "Konserin ertesi günü sanatçılar eleştiri olarak ne çıktı diye soruyorlar ama maalesef bir şey gösteremiyoruz. Haber de değil, nasıl çaldığının eleştirisini okumak istiyorlar. Gösteremiyoruz ayıp oluyor. Haklarında çıkan kritikleri dosyalarına koyuyorlar ama çoğunun İstanbul Festivali’ndeki konserleriyle ilgili bir yazı bulunmuyor. Bu kritikler İstanbul Festivali’ni de tanıtmış alacak aslında... Kiri te Kanawa’da başımıza geldi. Konserinden sonraki gün bütün basını tarayıp hakkındaki kritikleri aramış bulamamış".
Bu yıl bu boşluğu dolduracak olan kapsamlı eleştirlerin yer aldığı tek klasik müzik dergisi Andante de iki ayda bir yayımlandığı için solistler dosyalarına koyacakları bir kritik bulamadan döndüler ülkelerine... Santa Cecilia Orkestra ve korosunu takip etmeye gelen italyan gazetecileri hatırladım... La Repubblica, Il Tempo, l’Avvenire, La Nazzione, La Gazetta del Mezzogiorno gibi dört gazeteden gelen eleşirmeler İstanbul’daki konseri yorumlamışlardı gazetelerinde... Kendi ülkelerinde Santa Cecilia ile La Scala arasında büyük rekabeti İstanbul’da takip edebiliyorlardı...
Rekabet yeni soluk istiyor
Bilet fiyatlarının konser maliyetlerinin yüzde 25’ini bile karşılamadığı, sponsorların yükünün daha da arttığı bir ortamda, İstanbul Festivali’nin önemli rakipleri de var. İstanbul artık 1970 ve 80’lerin kısır konser ortamından kurtuldu. İş - Sanat, CRR ve Lütfü Kırdar Salonu’nda, çok ünlü sanatçılar izlenebiliyor. İstanbullu dinleyicilerin "ulaşılamaz" gördüğü sanatçıları izlemek için İstanbul Festivali tek alternatif olmaktan çıkıyor. Bu durumda Festival izleyicisine aynı heyecanı kazandırmak için çok geniş bir alana yayılan kenti, hem mekânsal olarak kucaklamak hem de "tematik" gramlarla ilginç hale getirmek gereği ortaya çıkıyor. Bu yıl ölümünün 50. yılında Prokokofiev ile ilgili sadece bir konser vardı. Oysa geçtiğimiz yıllarda Verdi ve Bach’a ayrılan programlar bir bütünlük taşıyordu. Bu rekabette Festival’i besleyen "gerçek" dinleyici kitlesinin de sınırlılığı dikkate alınmalı. Almanya’da 100’ün üstünde senfoni, 70’in üstünde oda orkestrası, 200’e yakın eski - yeni müzik yapan topluluk, 130 binin üzerinde koro ve müzik topluluğu var. Böyle bir müzik ülkesi olmayan Türkiye’de 31 yıl üst seviyede klasik müzik festivali düzenleme başarısını gösterenler, inanıyorum ki, ufak yenilik ve buluşlarla bu heyacanı ayakta tutabilirler.... n