Kültür Sanat İbo hedefi vurdu!

İbo hedefi vurdu!

09.01.2004 - 00:00 | Son Güncellenme:

Kral

İbo hedefi vurdu






Bu yıl İbrahim Tatlıses'li yıllarımızın otuzuncusu... 1974'te Ayağında Kundura ile hayatımıza girdi Tatlıses ve o günden bugüne, 30 yıl boyunca, önce türküleriyle, sonra yatırımları, kadınları, skandalları, programları, reklamları ve nihayet baskınlarıyla kendisinden söz ettirmeyi becerdi.
İşin boyutlarını görmek için fazla çabaya gerek yok:
Türkiye'de hemen herkes ya Tatlıses'in bir türküsünü söylemiş, ya bir kasedini almış ya lahmacununu yemiş, ya otobüsüne binmiş, ya radyosunu dinlemiş, ya dergisini okumuş, ya benzin istasyonuna girmiş, ya otelinde gecelemiş ya da skandal haberlerinden birine kulak vermiştir.
Bu geniş listeden benim payıma birkaç tanesi düştü.
Yıllar önce ekip olarak bir belgeselini yaptık.
Sonra Ali Kırca'nın davetiyle 'başa baş' bir Siyaset Meydanı'nda sabahladık.
'Tatlıses lahmacun'u tatmak o gece kısmet oldu.
Tabii yollarımızın kesiştiği yerler listesine son olarak Milliyet gazetesini de eklemem gerek. Malûm, Tatlıses bir habere bozulup bizim gazeteyi basmıştı.
Sonra aynı akıbet, 'Asena'yla ayrıldılar' haberini vermek gafletine düşen Show TV'nin de başına geldi. Geçen hafta, geceyarısı kanalı basıp rejiye dalan Tatlıses, kanalın üst düzey yetkililerince zar zor yatıştırılabildi.
İbo, 30. sanat yılına böyle girdi.

"Alem buysa..."
Tatlıses'i ilk günden beri izleyenler için yeni değil bunlar...
Daha şöhretinin ilk yıllarında 'Ben Allah'ım' başlıklı yazısından ötürü Bulvar muhabiri Aykut Işıklar'ı yumruklamış ve "Gazeteci dövdü" diye manşetlere yerleşmişti İbo... Sonra da gazeteleri dolaşıp "Olay aramızdaki bir çekişmeden kaynaklandı. Bütün gazetecilerden özür diliyorum" demişti.
Şöhret grafiğine bakıldığında güçlü sesinin, güçlü bileğiyle elele gittiği görülür.
Ancak yine de son zamanlarda skandalları ve kadınları, şarkıları ve programlarını geride bıraktı. Her vukuattan sonra, cezalandırılmak veya kınanmak şöyle dursun, daha çok itibar gördüğünden o da "Alem buysa kral benim" duygusuna kapıldı.
Onu ne zaman korumalarıyla bir baskında "İbrahim Bey" diye fotoğrafını çeken foto muhabirlerin arasında görsem, aklıma kendi çektiği Hülya filmindeki o sahne geliyor.
İbo sahilden İstanbul'a bakıyor ve diyor ki:
"Beni yutamayacaksın İstanbul... Bir gün o kadar büyüyeceğim ki, bana 'İbo' diyemeyeceksin, 'İbrahim Bey' diye sesleneceksin."

"Güney'in yolundayım"
Tatlıses'ten önce 'bu alem'in Kralı', Yılmaz Güney'di.
Şöhret tacını Yeşilçam'ın yakışıklı jönlerinin elinden koparıp alan ilk 'taşralı' oydu... Dolayısıyla Güney, kendisinden sonra taşradan kopup 'taşı toprağı altın' İstanbul'a gelen 'karayağız' altın avcılarının kahramanı oldu.
Tatlıses, onlardan biriydi.
1982'de Ses dergisinde "Yılmaz'ın yerine oynuyor" başlıklı haberde şöyle diyordu:
"Beni Yılmaz Güney'e benzetenler var. Belki tipim fazla benzemiyor, ama onun yolundan gidiyorum. Onun tavırlarını kullandım son filmimde..."
"Son filmim" dediği Nasıl İsyan Etmem'de, Yılmaz Güney'in Baba filmini aynen taklit edecekti. Orada da aynı Güney gibi ağlıyor, onun gibi volta atıyordu. Güney'in eski yönetmen yardımcısı Şerif Gören'le çalışacağını açıklıyordu.
Daha sonra Seda Güler'e "Yılmaz Güney taklit edilemeyecek kadar büyük bir sanatçıydı" diyecek, ama filmlerini defalarca izlediğini ve çok etkilendiğini söyleyecekti.
Şu sözler onun:
"Sinemadaki bir çok jön, Yılmaz Güney'in tırnağının parçası kadar bile olamaz. Hangi jön elini ağzına götürüp burnunun eğilmesine, çirkin görünmesine aldırmadan kameraya bakar oynar."

Çirkinler iktidara!
Bu "...çirkin görünmesine aldırmadan" notu önemli...
Çünkü Güney'in de altını çokça çizdiği bir özelliktir bu...
"Çirkin kral" hapishanedeki bir söyleşisinde şöyle demişti:
"Benden önce ünlü olan oyuncuların çoğu İstanbul çocuklarıydı. Bunların yapıları, görünümleri, bir Türk oyuncusundan çok Batılı oyuncuları andırıyordu. Çok yakışıklı, güzel, alımlı adamlardı. Sokakta yürüseler, bir yığın insanın dikkatini çekerlerdi. Oysa ben sokakta yürüsem kimse dönüp bakmazdı. Çünkü Türkiye'de burnu, saçı, tavrı benim gibi olan o kadar çok insan var ki..."
Ama bu çirkin, kavruk adamlar, tahta bavullar veya küçük çıkınlarla geldikleri bu şehri çok yakında o alımlı 'İstanbul çocukları'ndan devralacaklardı.
Bunu önce Yılmaz Güney yaptı; sonra İbrahim Tatlıses...
Güney'inki kendi çabasıydı. Tatlıses ise ilk onun açtığı patikadan, neredeyse aynı yerlere basarak yürümüş ve o da 'İmparator' unvanına kavuşmuştu.

İki Kürt'ün öyküsü
Benzerlikleri keşfetmek için bu iki Kürt gencinin yaşam öykülerini karşılaştırmak yeter...
Yılmaz Güney, Adana'nın bir köyünde doğmuş, beş yaşında pamuk tarlalarında ağa için çalışmaya başlamıştı. Okula iki saat yürüyerek gider gelirdi. Kalan vakitlerde pamuk çapalar, koyun güder, bağ bakardı. Dördüncü sınıfta babasından ayrılan annesiyle birlikte Adana'ya yerleşmişti. 14'üne geldiğinde hala bir nüfus kağıdı yoktu. Annesi evlere temizliğe gidiyor, Yılmaz ise hem okuyor, hem de simit satarak para kazanıyordu. Sinemayla, Tatlıses'in doğduğu yıl, film bobinleri taşıyarak tanışmış, liseyi bitirince de sinema tutkusuyla soluğu İstanbul'da almıştı.
21 yaşındaydı.
İbrahim Tatlıses, 15 yıl sonra geçti aynı yoldan...O da 1952'de Urfa'da bir mağarada doğmuştu. Yedi kardeşiyle birlikte 10 yaşına kadar bir mağarada yaşamış ve hiç okula gitmemişti. Çocukluğu boyunca su satmış, çığırtkanlık yapmış, inşaatlarda pala sallamıştı. 18 yaşında düğünlerde, pavyonlarda türkü söylemeye başlamış, sonra 70'lerin ortasına doğru Yılmaz Güney'in yaşına gelince bağlamasını sırtına vurup İstanbul'a koşmuştu... İlk görüşte "Bu şehir beni yutar" demiş, korkmuştu.
Tersi oldu.

Beyazlarla esmerler
Güney'in izinden hiç ayrılmadı Tatlıses...
Onun kadar kültürlü değildi, onun gibi okuyamamıştı. Yılmaz, 19 yaşında yazdığı öykülerden mahkum olduğu halde, İbo kitaba el bile sürmemişti ama onun kadar yetenekli, yırtıcı ve fazladan kurnaz olduğunu düşünüyordu. Büyük şehre ilk gelen kuşaktan farklı olarak 70'lerde gelen veya doğan ikinci kuşak, bir gün 'yırtacağı' umudunu taşıyordu.
Gerçi İstanbul, kendilerine benzemeyenlerin egemenliğindeydi; onlara benzeyenler, ya evde gündelikçi, ya inşaatlarda amele, ya da hemşeri kahvelerinde işsizdi.
Ama oğulları böyle olmamaya ahdetmişti.
Şehre kafa tuttular.

Şöhret basamakları
Tatlıses İstanbul'a geldiğinde 'mazidaş'ı Güney 'Çirkin kral' koltuğuna yerleşmişti bile...Yoksulların, itilip kakılmışların (dolayısıyla İbo'nun da) gözünde bir efsaneydi.
Yeşilçam'ın 'kesme şeker gibi dört köşe' jönlerini elinin tersiyle itmiş ve "Artık ben varım" demişti.
Sevgili Muhafızım filmindeki bir sosyete partisinde uzun saçlı yeni yetmeler "Bu yabancı Vanlı'ya, Diyarbakırlı'ya benziyor" diye dalga geçtiklerinde "Ulan soytarılar, nasıl böyle konuşursunuz benle, benim adım Silvan Memet, ciğerinizin bir parçasını alırım da haberiniz olmaz dürzüler" diye girişiyordu hepsine...
O soytarılar karşısında boyun eğmek zorunda olan İbrahim için örnek tavırdı bu...
Peki o da yırtamaz mıydı?
Güney'in silahı sinemasıysa, onunki de sesiydi.
Ankara Kınalı pavyonda çalışırken şans güldü ona... 1974'te Ayağında Kundura türküsüyle parladı. Önce Ankara radyosuna, sonra da bir yılbaşı gecesi televizyona çıktı.
İzmir fuarından teklif aldı. Ardından da 1978'de ilk filmini çekti.
O da Yılmaz Güney gibi kendi sesini kullanmıyordu.
Sesinden, aksanından, kılığından utanır gibiydi... Şimdilik...
Bunlarla övüneceği günler yakındı... Yıllar sonra bir İstanbul konserinde siyah takım elbisesini çoraplarına kadar soyup sahneden seyircilerinin üzerine atacaktı.

Güney'in izinde
Sonrası biliniyor.
Tatlıses, -biraz da Özal'ın kendisine TRT kapılarını açması sayesinde -şöhret olduktan sonra da Güney'in izinden ayrılmadı.
O film mi çekti; "Ben de çekerim" diyerek rejisör koltuğuna oturdu.
O silah mı çekti; "Ben de çekerim" diye tetiğe davrandı.
Çirkin Kral'ın olduğu gibi onun da "Biz sıktık" diye öne atlayan müritleri vardı.
Güney içeri düşmemek için Hava Kuvvetleri'ne bağışta mı bulundu, İbo da polis balosunda türkü söyleyecekti.
Güney, Kürt Ahmet'le, Dündar Kılıç'la mı dosttu; İbo da Drej Ali'yle ortak olacaktı.
Güney beyaz Cadillac'a mı bindi, İbo da Mercedes'inin önünde resim çektirecekti. Güney bir burjuva kızıyla evlendiyse o da 'Beyaz Türkler'in en güzeli Hülya Avşar'ı tavlayacaktı.
Güney kıskanıyorsa kıskanacak, dövüyorsa dövecekti. Şu farkla ki, bu kez 'yeni kadınlar' "Bizi de döv" diye peşine düşecekti.

"Ben Şark çocuğuyum"
Arkadaş'tan 10 yıl sonra çekilen Gülümse Biraz filmindeki o sahneyi unutabilir miyiz: İbrahim Tatlıses, Ahu Tuğba ile deniz kenarında yürümektedir. İbo, dalgalı sarı saçlarıyla yanında salınan Ahu'ya şöyle der:
"Benim şartlarım ağırdır Çağla... Ben sana göğsü açık, sırtı delik elbiseler giydiremem. Benim karım dans edip eğlensin diye eloğlunun kollarına bırakıp seyredemem. Benim kanım bu suyu kaldırmaz. Ben şark çocuğuyum. Erkekliğime dokunur."
Bu konuşmanın sonunda Ahu çantasından tırnak makasını çıkartır ve Tatlıses'in önünde ojeli tırnaklarını birer birer kesip kumsala atar.
Sevdiği kızın gözüne girebilmek için takım elbise diktiren Göksel Arsoy'lardan, sevdiği adam için tırnaklarını kesen Ahu Tuğba'lara gelinmiş, 'delikanlılık', frapanlığın tırnaklarını sökmüştür.
Final?
Gelelim Güney'le Tatlıses arasındaki büyük farka...
Güney okuyup yazmış bir dava adamıydı. Onu fikriyatından soyup sadece 'delikanlılığı'nı üstlenince geriye ucuz bir lümpenlik kaldı.
Modernleşme projesi, kente yeni gelenlere ekmek sağlayamayınca taşra sokağa, ekonomiye, hukuka, kültüre hakim oldu. Öncekilerin intikamını alırcasına kendi yaşam tarzını dayatmaya, infazını da kendi yapmaya başladı.
Göçmenler artık 'mağdur' değil, 'mağrur'du; sızlanmıyor, dayılanıyorlardı.
Derya Tuna ayağından kurşunlandığında ne demişti Tatlıses:
"Ben imparatorum. Vuracak olsam, öyle ayağından vurmam, başına sıkarım."
Korkumuz da bu ya...
Çirkin Kral'vari bir final...!

"Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u aldığı zaman 21 yaşındaydı. Ben de 21 yaşında İstanbul'a geldim. Tünelde bir pansiyon odasını zaptettim. 'Merhaba İstanbul şehri. Hemen teslim ol, beni uğraştırma' dedim. Beni dinlemedi." (Fatoş Güney'e mektubundan)
"Kralımızı ta Kızılcahamam'da karşıladık. Haberi duyan seferber olmuştu. Bizim çocuklar üşenmeden saydılar, tam 200 araba karşıladı Kızılcahamam'da... Düğün bayram yaparak, coşkuyla girdik Ankara'ya..." (Altındağ sinemasının sahibi Yusuf Koç, Güney'in ilk Ankara galasını anlatıyor).
"Ta çocukluğundan öfke vardı içinde... Kin... Köyde geçirdiği çocukluğunun izleri olmalıydı. Ağaların yaptığı baskının sonucu... Öfkesi öykülerine yansıyordu. Daha sonra sinemasında görüldü. Kafasında duvar öfkeleri vardı. İstese de aşamıyordu. (Dostu Nihat Ziyalan anlatıyor)
"Yılmaz gecenin hangi saatinde eve dönerse dönsün duş alacağı, en azından ayaklarını yıkayacağı sıcak suyu hazırdı. Ayaklarını yıkayacağı zaman Nebahat (Çehre) onu koltuğa oturtuyor, leğene sıcak su doldurup getiriyor, kendi elleriyle ayaklarını yıkıyordu." (Ahmet Kahraman'ın Yılmaz Güney kitabından)
"Yılmaz, 1966 baharında Hudutların Kanunu filmi için Urfa'ya gitti. Filmde Nebahat Çehre'nin rolü yoktu. Fakat Yılmaz'ın yanından ayrılmıyordu. Yılmaz'ın iyi davrandığı bir kadın sanatçıyı kıskanınca kavga ettiler. Yılmaz öfkesini çıkarmak için Nebahat'in arabasını devirip ağır hasara uğrattı. Buna rağmen öfkesi geçmemiş olacak ki, otele dönüşünde, tabancasını çekip holdeki aynaya yedi el ateş etti." (Ahmet Kahraman'ın Yılmaz Güney Efsanesi'nden)
"Bir gece üçümüz gece kulübüne gittik. Yılmaz stresliydi. Gecenin ilerleyen bir saatinde kalktık. Ben hesap öderken onlar yürüdüler. Dışarıda sokak ortasında tartışıyorlardı. Yılmaz 'Bin arabaya' diye ısrar ediyordu. Nebahat'in de inadı tutmuştu. Binmiyordu. Yılmaz 'Bin' diye bağırırken Nebahat yürümeye başladı. Yılmaz kaşla göz arasında arabaya bindi. Arabayı çalıştırıp Nebahat'in üstüne sürdü. Çarptı arabayla... Nebahat havaya kalktı, tiz bir çığlıkla yere düştü." (Abdurrahman Keskiner anlatıyor)



POPULER KÜLTÜR


İbo hedefi vurdu!
Karadeniz-tekno
Bendensin ama tarzım değilsin
'Kitle kültürü faşizmi besliyor'
Evsiz ve Seksi
Sonunu bizden dinle
Golü hayattan yedi
Büyük dönüşüm
Eğlence: Hayattan kaçış anı
POPUN YARIM ASRI : 1965