Kültür Sanat İyiye doğru değişim var

İyiye doğru değişim var

01.01.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:

Sanat eleştirisi Türkiye'de iki tırpan yedi. Birincisi, onunla aynı yıllarda başlayan ve devam eden "sosyalizmin yükselişi" idi. İkinci ve daha büyük tırpan ise 12 Eylül ile onu izleyen Özal ve vahşi kapitalizm düzeniyle geldi.

İyiye doğru değişim var

"ATAÇ'IN EDEBİYATA YAKLAŞIMININ SİSTEMATİK DENEBİLECEK BİR ÖZELLİĞİ YOKTU." İkinci Yeni kendisi Türkiye için yeni, "yeni" olan her şey gibi anlaşılması zor, kapalı bir tarzdı. Türkiye'nin okur çevresinin şiir okumak ve anlamak için o güne kadar geliştirebildiği araçlardan farklı araçlar gerektiriyordu. Bu ortamda yeni bir "eleştiri" anlayışı da şekillenmeye başladı.Eleştiri ortamı uzun zamandır Nurullah Ataç'ın entelektüel hegemonyası altındaydı. Herhangi bir analitik yönelişi veya metodoloji gibi bir sorunu olmamıştı. Ataç kendisi eski deyimle 'zevk-i selim' sahibi bir yazar, bir 'edebiyat adamı' idi ama edebiyata yaklaşımının 'sistematik' denebilecek herhangi bir özelliği yoktu. "Severim x'i," diye söze girer, niçin sevdiğine dair bir iki söz söyler, daha çok bir örnek vermekle yetinir, sonra başka konulara dalardı. Edebiyatta "İkinci Yeni" diye bilinen şiir akımının da etkisiyle, '50'lerin sonuna doğru, "eleştiri" disiplininde bir canlanma görülür. Şiirde daha önceki "Garip" akımının aynı yıllarda Batı ülkelerinde yazılan şiirle, edebiyatla ilişkileri vardır; ama İkinci Yeni dış dünya ile daha sağlam ilişkiler kurmuş bir akımdı. Örneğin Edip Cansever yabancı dil bilmezdi; ama yayımlanan çevirileri izler, yazıları okur, dünya edebiyatında yapılanlardan kopmamaya çalışırdı. Yahya Kemal'in veya Ahmet Haşim'in (hatta çok daha yakın olduğu Nâzım Hikmet'in) ne yaptığından çok, Ezra Pound, T. S. Eliot, Eluard, Max Jacob veya Rilke'yi anlamaya önem verirdi. '50'lerin sonunda eleştiri alanında iki yazar öne çıktı; bunlar Hüseyin Cöntürk ile Asım Bezirci idi. Ortamın genel özellikleri pek fazla ortak yanı olmayan bu iki kişiyi birçok işlerini birlikte yapar hale getirmişti. Hüseyin Cöntürk, Amerikan Biçimci eleştiri anlayışını benimsemiş bir yazardı. Eseri yazarından ve ortamından mümkün olduğu kadar uzaklaştırarak kendi içsel, organik birliği içinde analiz etmek ve değerlendirmekten yanaydı. Asım Bezirci ise Marksist eleştiriyi uygulamak üzere yola çıkmıştı. Bu tarihlerde Marksist düşünce özellikle edebiyat alanında görece erken temsilcilerini buluyor ve ilk örneklerini veriyordu. Fethi Naci de bu çizginin gittikçe önem kazanacak sözcülerindendi.Memet Fuat 1960'ta De Yayınevi'ni kurdu. Memet Fuat İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirmiş, kendi edebiyat sevgisini oradan edindiği eleştirel disiplinle takviye etmişti. Yeni uyanan "nesnel eleştiri", "nesnel estetik yargı" gibi merak ve arayışların kurumsal omurgasını, bu yayınevi ve 1964'te yayına başlayan Yeni Dergi ile kurmuş oldu. Cöntürk ile Bezirci'nin ilk kitaplarını Memet Fuat yayımladı. O da Marksist'ti, ama Amerikan Yeni Eleştiri akımını da biliyor ve beğeniyordu. Marksist dünya görüşünün toplumda özgürlük, eşitlik ve dayanışma, paylaşma üstüne değerlerini ve topluma yönelik analitik yöntemini edebi bilgi ve estetik zevk ile birleştirme ideali Memet Fuat'ın köklü özlemiydi. De Yayınları'nda bu özlemi gerçekleştirmek için elinden geleni yaptı. Dünyada, edebiyatın ve sanatın kendisinde ortaya çıkan akımlar olsun, eleştiri alanında geliştirilen anlayışlar olsun, Türkiye'de en çok De Yayınları ve Yeni Dergi kanalından tanındı. 1972'de Berna Maran'ın "Eleştiri ve Estetik Yazgılar"ı yayımlandı. Bazı bölümleri bundan önce gene Yeni Dergi'de çıkmış olan bu kitap, Türkiye'de eleştiri disiplininin ciddi bir konu olarak kendi başına ve bütün kapsamıyla ele alınıp incelenmesi çabası ve sürecinin bir doruk noktası olarak ortaya çıktı. Memet Fuat'ın köklü özlemi Bu şekilde bir önem ve bir özerklik alanı kazanmaya başlayan sanat eleştirisi Türkiye'de iki tırpan yedi. Birincisi, onunla aynı yıllarda başlayan ve devam eden "sosyalizmin yükselişi" idi. Birinci aşamada bu yükseliş "Marksist eleştiri" dışında kalan anlayışlara hayat alanı bırakmadı. Milliyetçi sağ, kendi kurduğu yapılar ve kurumlar içinde bundan hemen hemen hiç etkilenmeyerek yoluna devam etti; ama daha orta veya doğrudan doğruya apolitik çizgiler bu iki kamp arasında sıkıştı ve susmak zorunda kaldılar. Hüseyin Cöntürk'ün yayımlanan son kitabının tarihi 1964, ölüm tarihi 2003'tür... Bu yaklaşık kırk yıl boyunca edebiyata ilgisi azalmadı; ama herhangi bir şey yayımlamadı.İkinci aşamada gerçekleşen olumsuzluk ise, Marksist eleştirinin de, başka çizgileri silmesine rağmen, kendi alanında "vülgarizasyon" düzeyinin ötesine geçen pek bir şey yaratmamasıydı. "Sanat sanat için mi, toplum için mi?" tartışmasının ötesine adım atmakta zorlanan, atacak olursa terminoloji içinde yolunu bulamayan, ayağını sağlam yere basamayan bir sığlaşma ortalığı kapladı.Ama ikinci ve daha büyük tırpan 12 Eylül ile ve onu izleyen Özal ve vahşi kapitalizm düzeniyle geldi. Bütün değerlerin fiyata tahvil olduğu bu dönemde 'eleştiri' tamamen fuzulileşti, çünkü eleştiri ister istemez 'değer'le, üstelik de 'estetik değer'le hallihamur olmak zorundadır. 12 Eylül'ün buldozerleri seksenler boyunca toplum üzerinde her yere gidip gelerek ortalığı 'tesviye' ettiler. Bu işlemin baş kahramanının sonraki hayatında resimleri satın alınan bir 'sanatçı' olarak uzun boylu yadırganmadan dolaşabilmesi anlamlıdır. Böylece düzlenen topraklarda, '90'larda ve sonrasında, magazinin sarmaşıkları her yeri sardı. Bugün de büyük ölçüde bu ortamda yaşıyoruz. Magazinin sarmaşıkları Gelgelelim, Türkiye'de bugün birçok kitap yayımlanıyor yeniden. Hem de bugünkü yayın, fil hastalığı gibi yalnız bir organın büyümesi şeklinde tecelli etmiyor ('60'larda, '70'lerde böyleydi). Her türlü yayın var ve her türlü yayının iyisinin yanında kötüsü de var. 'İyi'yi, 'kötü'yü birçok ayrı düzeyde arayabilir, bulabiliriz. Yazanın bilgisinde veya bilgisini düzenlemesinde bulacağımız gibi, çeviriyse, çevirinin niteliğinde de bulabiliriz. Çeviri başlı başına bir sorun ve her nasılsa, 'bir kanal açma' işlerinden çok açtığı sanılan şeyi kapatıyor.Bu yoğun (ve her kitabın çok az sayıda basıldığı) yayın ortamında 'kitap tanıtma'nın özel bir önem ve işlev kazandığını düşünüyorum. Yirmi küsur yıl önce, 1982'de, "Kitap Tanıtma Kurumu" diye bir yazı yazmıştım. Orada böyle bir ihtiyacın daha çok erken aşamalarında olduğunu söylüyordum: "...biz, ya zaten az kitap olduğu için olanı almak zorundayız, ya da yazarı zaten bir şekilde tanıdığımız için kitabını alıp almamakta, bir aracının yol göstermesine gerek duymuyoruz. Bunun dışında, Türkiyeli okurlar, güven ilişkisini aradaki eleştirici veya tanıtmacıdan çok, yayınevinin kendisiyle kurma eğilimindeler... Bunların ötesinde, kitap alma veya almama kararını, kitabın içeriğine gerçekten eleştirel bir yaklaşımla veren okur sayısı da hâlâ az. Örneğin çevirilerde, çevirinin doğruluğu garanti altına alınmıyor, okur da bu duruma alışık."Yirmi küsur yıl sonra bunların bir kısmı artık geçerli değil. Değişim, yavaş da olsa, kötüye değil iyiye doğru (yani '60'tan '90'a yaşanan değişimle aynı doğrultuda sayılmaz). Şu anda en az üç gazete 'kitap' eki çıkarıyor; ama ayrıca bunu yapmak üzere uzmanlaşmış dergiler de var. Alanda duran yayın organlarının ufku siyasi tekeller altında kapanmıyor. Kısacası, daha ciddi bir ihtiyaçtan da, buna daha ciddi cevap verme çabasından da söz etmeye başlayabiliriz artık.'Eleştiri' hâlâ pek yok ve 'kitap tanıtma' eleştiri değil. Öte yandan, bunların birbirinden büsbütün kopuk olduklarını da söyleyemeyiz. Bir yerlerde kurulmuş içerikli bir eleştiri geleneği, pratiği varsa, bunun iyi işleyen bir 'kitap tanıtma' etkinliğini besleyeceğini, ona zenginlik ve derinlik katacağını düşünürüm. Olsa, doğrusu iyi olurdu; ama yok! O zaman acaba tersini mi beklemeli? Acaba, ciddi bir ihtiyaca dayanan bir kitap tanıtma etkinliği, böyle bir yayın, şüphesiz başka birçok etkenin de yardımıyla, yeniden bir eleştirel etkinliğin filizlenmesine kapı aralayabilir mi?Kim bilir, belki.Bundan yirmi küsur yıl sonra nerede olacağımızla bir başkası ilgilensin. Eleştiri pek yok!