Editörün Seçtikleri Sharon ile Phil

Sharon ile Phil

26.12.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:

Sharon ile Phil

Sharon ile Phil

       Sharon Stone ile gazeteci eşi Phil Bronstein'ın arası açılmış. Kocası, Sharon'ın San Fransisko'ya taşınmasını istiyormuş. Sharon Stone ise Beverly Hills'teki villada oturmalarını istiyormuş. Rivayete göre diyormuş ki; "Bugünlere kolay gelmedim. Şimdi bütün kariyerimi bir kenara atamam."
       Sharon ile Phil eğer Türkiye'de otursalardı bu sorunu asla yaşamayacaklardı. Çünkü bildiğiniz gibi bizim "Medeni" kanunumuzda "evin reisi erkektir ve nerede oturulacağına o karar verir." Gördünüz mü? Eğer Türkiye'de yaşasalardı, evin reisi kayıtsız şartsız Phil olacağından, Sharon'a da tasını tarağını toplayıp San Fransisko'ya yerleşmek düşecekti, kavga falan olmayacaktı...
       Konu açılmışken sorayım, gerçekten bu durumu hiç düşündünüz mü? Eşlerden biri işi gereği Ankara'da, öteki işi gereği İstanbul'da yaşamak zorunda olduğunda nasıl çözülüyor bu problem bizim ülkemizde? Yani kimin iş hayatı önemli?

       "Bu gerçek bir hikaye değildir. Ancak anlatılanların tamamı yaşanmıştır." Bu tuhaf bir cümle gibi görünmektedir ama gerçeğe son derece uygundur. Yani, olabilir... Turgut Yasalar'ın yazıp yönettiği Leoparın Kuyruğu filmi sanki Hoşçakal Yarın'ın devamı gibi. Ancak Hoşçakal Yarın'daki gibi insanı duygulandıramıyor. Oyuncular başarılı, diyaloglar ve konu gerçekçi, Susurluk'taki mekanlar sıcak ve doğal, belki parasızlıktan, belki de Tuncel Kurtiz ve Berhan Şimşek gibi karizmatik oyunculara sahip olmadığından, temposu düşük, tiyatro oyunu gibi.
       Filmde beş gencin bir Amerikalı eri kaçırmaları anlatılıyor. Amaçları idama mahkum olan arkadaşlarını kurtarabilmek. Film niçin durağan bunu Turgut Yasalar'dan öğreniyoruz: "Sebep tamamen ekonomik." Yapımcı Turgut Yasalar, senaryocu Turgut Yasalar'a şu siparişi vermiş: "Öyle bir öykü yaz ki, bir - iki mekanda geçsin ve oyuncu sayısı da beş - altıdan fazla olmasın." Bu filmde rol alan bütün oyuncular ve kamera arkası ekip filmin kar etmesi halinde ücretlerini almayı kabul etmişler. Dostlardan alınan 25 bin dolarla çekim başlamış. Filma - Cass kamerayı büyük bir indirimle vermiş, Can Film maliyetine ışık malzemesi sağlamış, Z - Film montaj masasını ücretsiz vermiş, Fono Film post - production maliyetlerinde indirim yapmış. Harika bir şey bu...
       Belirli bir dönemi işleyen bu tür politik filmler çok tartışılıyor. Ancak içerik tartışması öylesine önem kazanıyor ki, filmin "film özellikleri" unutulup gidiyor. Ya da içerik iyi ama film kötüyse (Hoşçakal Yarın gibi) izleyiciler bunu affediyor. Bu büyük bir yanlış. Yapımcı ve yönetmenler bunun rehavetine kapılıp "sözü edilen kötü filmler" yapmayı sürdürebilirler bunun sonucunda.
       Leoparın Kuyruğu'nu o dönemi kıyasıya yaşamış 68'liler beğenmediler. "Bu çocukları böyle beceriksiz ve aptal göstermeye kimsenin hakkı yok" dediler. Oysa filmde yaşananlar ve gençlerin ruh hali bana gerçekçi geldi. Bunu Turgut Yasalar'a sorduğumda, "son derece gerçekçi, o dönem böyleydi. O dönemdeki insanlar idealist ama naiftiler. Benim kuşağım olsa, biz o silahı çekip adamı vururduk. Ama onlar yapmadılar" diye yanıtladı.
       O dönemin işlenmesi, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına yapılan haksızlığın gündeme getirilmesi beni ve pek çok kişiyi mutlu ediyor. Galiba ben de "boşver film kötü olsa da sözü iyi ya" diyenlerdenim."

       Bazı cahil takımının sandığının aksine, ben bir erkek düşmanı ve fanatikçe kadın taraftarı değilim. Benim sevgime ve ilgime layık her erkeği deliler gibi severim. Doğrusu onlar da beni çok severler. Benim sevgime ve ilgime layık olmayan kadınlardan da hiç hoşlanmam.
       Clinton'a da kızamıyorum bir türlü de oradan aklıma geldi bunlar. Clinton'a neden kızdığımı yazmıştım. Monica'yı düşünmeden, bencilce davrandığı, sadece kendi zevkinin peşinde olduğu için onu kınamıştım. Önceleri Monica'ya da kızmıyordum. Ne zaman ki sakladığı spermli elbiseyi mahkemeye getirdi, her şeyi anlattı, onu sildim attım, Clinton'ı tutmaya başladım. Hoş bir şey yaşamışsınız, sus otur. İnsanın özel yaşamını anlatması çok ayıp bir şey. Evet ortada bir yalan var ve bu yalnızca Hillary'yi ilgilendirir. Amerika bu yaptıklarını güya ahlakçılık adına yapıyor, ama savcının o iğrenç sorularını yayımlayarak herkesin merakını çekiyor. Bence insanlar o küçük çalışma odasında olanları düşlüyor ve bu erotik hatta pornografik hayal karşısında iç geçiriyorlar. Kimsenin de Clinton'a kızdığı yok. Eğer onun karısı olsaydım çok kızardım, hemen boşanırdım. Ama onunla yıllardır sevişmiyor, ABD Başkanı olduğu için beraber yaşıyorsam, kızmazdım. Ben böyle bir şey yapmazdım ama, bırakın devlet başkanını, sadece zengin olduğu için bile kocalarına hiç kızamayan kadınlar var. E otursunlar o zaman.

       Zeynep Oral dedi ki, "Üç Gün Paris kitabına bayıldım. Şimdi İnci'yi arayıp tebrik edeceğim". Dedim ki, "İnci bu kez bir ay Paris durumunda." Doğrusunu isterseniz yazıp yazmamayı biraz düşündüm. "Kardeşine torpil yapıyor derler mi" diye. Amaaan, sonra kendimi "komşum ne der diye sokağın başında sevgilisinden ayrılan kızlar"a benzettim. Ne derlerse desinler. Başkasının kitabı olsa yazmayacak mıydım? İnci Asena "Üç Gün Paris - Fotograf Altı Notları" isminde bir kitap çıkardı. Fotoğraflar ve yazılar İnci'ye ait, tasarım Bülent Erkmen'in. Bir İstanbul fotoğrafı ve "Paris'te gezdim üç gün, senin için İstanbul" diye başlıyor kitap. Öyle güzel, öyle naif, öyle sevimli ki. Okurken gözlerim yaşardı, güldüm. İnci'yi de çok sevdiğim için tuhaf bir coşku ve hüzün kapladı içimi. İnci'm eline sağlık. Yakında yanındayım. Brancusi'nin atölyesinde imzala bana kitabını.

Yazarlar