Rekabetçi Ebeveyn

Hatırlıyorum da kardeşim ilk satranca başladığı zamanlar, onun turnuvalarını izlemeye giderdim. Çocuklar içeride maç yaparken, dışarıda ebeveynleri onları çay-kahve, kitap-gazete beraberinde bekliyor olurlardı. Bir de birbirlerine attıkları ‘öldürücü bakışlar’ eşliğinde. Dudakta küçük tebessümler, gözlerde hırsın yer aldığı selamlaşmalar... Çocukları içeriden illa kazançla çıksın isterlerdi. Tabii ki... Kim istemez evladı kazansın da, mutlu olsun... Ama gözlemlediğim veliler; ‘çocukları mutlu olsun’ isteklerinden ziyade, ‘o benim çocuğum, başarılı olmak, beni gururlandırmak zorunda’ beklentisindeydi.

Çocuklara baktığınızda maç öncesi salona beraber girerler, rakiplerinin (arkadaşlarının) karşısında yerini alır, el sıkışarak oyunlarına (yarışa) başlarlar ve satranç maçı bittiği an sarmaş dolaş-kol kola, birbirleriyle neşe içinde sohbet ederek, salondan çıkarlardı. Ta ki; aileleriyle göz göze gelene kadar!! İşte o noktada kim kazandı, kim kaybetti anlardım. İşte o noktada, içim her seferinde cız ederdi. Annesinin masasına gidip, ondan duyduğu azardan sonra yüzü asılan çocuklar, tuvalette bir tokadı yiyip, ağlamaktan şişmiş gözlerle ikinci maçı bekleyen evlatlar, genç kız Melis’in içini parçalardı. Gidip, onlara sıkı sıkı sarılmak isterdim, belki acılarını biraz olsun hafifletebilirim diye.

Sonra o stresle ikinci maç başlar, turnuva çocukların ailelerini mutlu etmeye çalışmaları-çırpınışlarıyla son bulurdu. Biz ‘şanslı aile’ tarafındaydık. Büyük Usta (GM) Emre Can zaten maçlardan %99 galip çıkardı. Bize hep ‘gurur’ duygusunu yaşatırdı. Öyle ‘utanç’ falan çok az bilirim. (Tabii burada ses tonumu duyamadığınız için parantez açmak isterim. Çocuğunun başarısızlığı ebeveynlerde utanç-kızgınlık-öfke ve şiddet yaratıyor ise utanç duyulacak kişi çocuk değil, anne-baba olmalıdır.)

Bilirim... Benimkiler de Emre kazansın isterlerdi. Hatta Emre her maçtan yüzü asık bir şekilde turnuva salonuna girince, hepimizin içinde ayrı duygular filizlenirdi, hissederdim. Babamın kafasından (erkek soğukkanlılığıyla) ‘‘Şimdi bu çocuğu iyi motive etmeliyim ki; diğer maça sağlam kafayla çıksın.’’ diye geçerken, annem ‘‘Kazanacağı maçı kaybetmiş belli ki.’’ düşüncelerine dalar, üzüntüsünü yüzüne yansıtırdı. Bense, (Şimdi annem bu yazıyı okuyunca, ‘‘Mir ve Atlas’ta da senin duygularını göreceğiz.’’ dediğine adım gibi eminim. Ama bilin ki; Emre de benim oğlum olmuştur- ilk göz ağrımdır o benim.) sonuçta bu bir oyun. Eğlendikten sonra devam etmek ama seni kahrettiği noktada da ucunu bırakabilmek en doğrusu diye düşünerek, onu üzülmemesi- üzülüyorsa da yaptığı hatadan ders çıkarıp, bu oyunu sadece tecrübe olarak değerlendirmesi gerektiğiyle ilgili telkin etmek isterdim.

Ama Emre neredeyse her geldiğinde, ‘‘Kazandım.’’ derdi, yumuşak bir tonlamayla. Ne bir sevinç, ne bir gurur, ne de ego... ‘‘Sen böyle yüzün asık gelince, biz yine yanlış düşündük, kaybettin sandık.’’ ‘‘Yooo, arkadaşım (rakibim) üzülmesin daha fazla diye.’’ derdi. Annemin neşesi yerine gelirken, benim içim çok daha fazla burkulur, gözlerim dolardı. Bir yandan diğer çocuğu düşünürken, bir yandan da ‘herkes Emre kadar duyarlı kalmayı başarsa, ne kadar anlayışlı bir toplum olur, ne güzel bir dünyada yaşardık’ düşüncelerine dalardım, kardeşimi hayran hayran izlerken. (Yine de annemlerin haklarını yemeyeyim. Bence, Emre’nin böyle duyarlı kalabilmesindeki en büyük etken, (ne kadar kazanmasını isteseler de) Emre kaybettiğinde karşısında onu tenkit etmeyen, sözlü veya fiziksel şiddette bulunmayan bir ailesi olmasıdır.

Zaten böylesine hırslı aileler olmasa, o çocuklar hiç bir zaman maç dışında rakip olmayacaklar, masumlar-arkadaşlar-birbirlerini seviyorlar. Ama onları yetiştiren ‘ben merkezli’ toplum, ilerleyen yıllarda birbirine düşman, birbiriyle yarış halinde, içinde kıskançlık, kin, nefret barındıran yetişkinlere dönüştürüyor onları.

Şimdilerde, Mir Kaya oyun oynarken, her seferinde kazanmak istiyor. Kazanmadığı zaman onaylanmadığından değil oysa. Ben de ona, arkadaşlarıyla oyun oynarken eğlenip-eğlenmediğini soruyorum. Önemli olanın da bu olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bazen kazanıp-bazen de kaybedebileceğimizden bahsediyorum. (İleride daha derin, uzun konuşacağız. Hissettiklerimizden, karşı tarafın hislerinden bahsedeceğiz ama çocuklara anlayabilecekleri kadar bilgi vermek yeterlidir.) Ne kadar kısa ve öz anlatmaya çalışsam da, henüz iki yaşındayken, söylediklerime odaklanmak yerine, kafası kazanmakta. Ama biliyorum ki; bir gün ne demek istediğim üzerinde düşünecek, ondan beklentimizin kazanmak üzerine kurulu olmadığını görecek. Bizi hiçbir türlü hayal kırıklığına uğratamayacağını anlayacak ve özgüvenini ‘kazanç’ üzerine kurmayacak. İstek-hırs-kararlılık önemlidir ama doğru şekilde kullanıldığı taktirde. Yıkıcı değil, isteklerimize ulaşmamız için azimli olmamızı sağladığı sürece. Ve bunu bizlerin çocuklarımıza nasıl yansıttığımız-öğrettiğimiz, onların hayatlarında ilerleme şekillerini en çok etkileyecek, bir ömür boyu sırtlarında taşıyacakları bir yük veya onları mutluluğa taşıyacak bir kucak olacak.

Not: Yazımda adı geçermiş gibi olan sevgili satranççı çocukları olan aileler, hikayeyi üzerine almak isteyenler alabilir. Öyle yapmadığını düşünenler de, bu konu üzerinde düşünebilir. Bana hak verenler de, zaten yukarıda anlattığım kişileri kapsamıyorlardır. Ve… Şunu da eklemeliyim ki; ben sadece toplumun bir kesitini örnek verdim, halbuki hangi camiaya (spor-sanat vs.) bakarsanız, bakın benzer davranış kalıplarıyla karşılaşacaksınızdır.

Haberin Devamı

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Haberin Devamı