Siyaset Lüksemburg'dan Helsinki'ye ne değişti?

Lüksemburg'dan Helsinki'ye ne değişti?

14.12.1999 - 00:00 | Son Güncellenme:

Lüksemburg'dan Helsinki'ye ne değişti?

Lüksemburgdan Helsinkiye ne değişti


SİYASET KÜRSÜSÜ


       1963'te başlayan AB'ye giriş sürecinde, Türkiye nihayet Helsinki zirvesinde AB'ye aday ülke olarak kabul edilmiştir. İki yıl öncesine kadar Türkiye'ye Lüksemburg zirvesinde; Kıbrıs, Ege, bölücü terörle ilgili kesin kabul edilemez ifadeler kullanan AB, neden Helsinki'de bu yaklaşımını belirgin ölçüde değiştirmiş ve aday ülke olma statüsünü şartsız vermiştir?
       Türkiye'nin Avrupa'nın güvenliği için önemli bir ülke olduğu iki yıl içinde mi anlaşıldı? NATO üyesi ve soğuk savaşta demirperdeye cephe ülke olan Batı dünyasının müttefiki Türkiye'nin güvenlik açısından önemini, Avrupa'nın yeni algıladığını ifade etmek acaba yanlış bir tespit değil midir? İki yıl içinde Ege ve Kıbrıs sorunlarında Türkiye'nin savunduğu tezlerde değişiklik mi oldu? Hayır... Türkiye'nin; Orta Asya, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya açısından önemi yeni mi ortaya çıktı? Hayır...
       İki yıl içinde bölücü terörün bir Kürt sorunu olarak görülmemesi gerektiğine dair Türkiye'nin tespitinde değişiklik mi oldu? Hayır... Türkiye'nin bölücü terörle ısrarlı mücadelesi, PKK'yı hezimete uğratmadı mı? Evet... Peki, bu mücadelede AB bizi anladı mı veya yardım etti mi? Evet dememiz mümkün değil. Türkiye'nin kalkınma mücadelesinde, AB mali protokoldeki yükümlülüklerini yerine getirdi mi? Hayır...
       AB yaklaşımındaki değişikliğin esas itibariyle "taktiksel" değil "temel bir strateji değişikliği"nden kaynaklandığı ifade edilmektedir. Peki bu değişikliği sağlayan gelişmeler nelerdir?
       İki yıl önce, 11 Nisan 1997'de, "Türkiye'de Artan Siyasi Kriz" adlı Türkiye raporunu yazan ABD kongresi araştırma bölümünden Bayan Carol Migdalovitz, 1997 sonundaki bir mülakatta "İyi niyet var. Bunu gördüm. Ama sadece iyi niyet yetmiyor. Türkiye'de şu anda 'niyet edilenleri' gerçekleştirecek yeterli bir hareket göremedim. Türkiye bundan fazlasını hak ediyor. Türkiye daha iyisine layık" derken hepimizin bildiği Türkiye'yi ortaya koymuştur.
       AB'nin Lüksemburg zirvesinin olduğu dönemde, 20. Dönem TBMM'si "sen - ben kavgası", "çıkar hesapları", "siyasetin ayak oyunları", "çalışmayan bir Meclis" olarak tarihe geçmiştir. Ülkemizin hak ettiğini gerçekleştirecek bir siyasi irade merkezi maalesef kaybolmuştu. Böyle bir ortamda AB'nin bazı dayatmaları ortaya koyması, Türkiye'nin ihtiyacı olanları gerçekleştirebilecek bir iradenin yokluğunu dikkate alarak, kendi bildikleri doğruları Türkiye'ye empoze etmek anlayışından kaynaklanmıştır.
       Oysa, Helsinki zirvesinin gerçekleştiği günlerde Türkiye iki yıl öncesinden oldukça farklıdır. Lüksemburg'dan Helsinki'ye kadar geçen dönem içinde 18 Nisan'da oluşan 21. Dönem Meclisi, Türkiye'nin ihtiyaçları için gerekli tedbirleri alabilmelidir. Ve Türkiye bugün içinde bulunduğu sorunları kendi iradesiyle çözebilecek duruma geldi.
       Anayasa'da DGM'lerin sivilleşmesi ve uluslararası tahkim için yapılan değişiklikler, çetelerle mücadele, işkenceyle mücadele, enflasyonla mücadele, bölücübaşının adil yargılanma süreci, sosyal güvenlik, bankacılık reformu, Kıbrıs'taki kararlılık, Bakü - Ceyhan Boru Hattı Anlaşması, enflasyonla mücadele programı ve stand - by Türkiye'nin yeni siyaset döneminde kendi gücüyle gerçekleştirmeye başladığı önemli atılımlardır.
       Yapılanların yeterli olmadığı açıktır. Ancak, Türkiye hiç kimsenin empozesine ihtiyaç duymadan milli menfaatlerine uygun kararları alabilmekte ve kararlılıkla uygulayabilmektedir. Türkiye "kendi ayakları üzerine kalkmaya" başlamıştır. 18 Nisan'da Meclis'e giren MHP'nin ülke menfaatleri doğrultusunda uzlaşma içinde, ilkeli, fedakar, kaliteli siyaset anlayışının bu değişim üzerinde etken irade olduğunu inkar etmek mümkün değildir. MHP'nin Meclis'teki ve hükümetteki iradesi ve yaklaşımı ülkeyi kısır siyasetten kurtarmıştır. Siyasette kalite, açıklık ve ülke menfaati öne geçmektedir. Bu sayede demokrasi "yönetmeye" başlamıştır.
       İşte, AB'yi değişime zorlayan Türkiye'nin milli menfaatlerine uygun kararları alabilme gücü olmuştur. Lüksemburg'da kabul edilmez şartlar koyan AB, kararlılığına artık demokrasinin "değiştirebilme" gücünü eklemiş, Türkiye'nin tepkisiyle, Helsinki'de önkoşul sayılabilecek ifadeleri değiştirmek durumunda kalmıştır.
       Türkiye'nin bulunduğu coğrafya, sahip olduğu potansiyelle "önemli" bir ülke olduğu zaten biliniyordu. Ancak yeni dönemde Türkiye'nin "gücü"nü kullanması, gelişmeleri yönlendirebilmesi AB'yi değişime zorladı. Böyle bir Türkiye'nin "Lider ülke" olma hedefine ulaşabileceğini görebilen AB'nin, adaylık süreci başlatması tabiidir.
       Türkiye'nin AB adaylığının koşulsuz kabul edilmiş olmasına rağmen, Kıbrıs, Ege ve insan hakları sorunlarında AB, Türkiye'yi tam olarak anlayabilmiş değildir. Kıbrıs'ta 1974'ten önce federatif yapı içinde Türklere yönelik etnik temizleme yapıldığını, 1974'ten beri ise güvenlik sorunu olmadığını AB'ye anlatmak gerekiyor.
       İnsan haklarını alt - etnik kültürlere indirgemek suretiyle, toplumsal bir işlev vermeye çalışmanın Türkiye'yi ve Türk milletini tanımamak olduğunu AB'nin anlamasını temin etmek için de önümüzde oldukça zorlu bir dönem vardır.
       AB'nin 2.5 milyar dolar mali taahhüdü, bölgesel fonlar, serbest dolaşım hakkı ve ekonomik sorunlarımızın çözümüne katkı gündeme gelmeyecek mi?
       Şart ileri sürmekten vazgeçmiş AB, bu sorunlar karşısında Türkiye'yi anladığı müddetçe çözüm kolaylaşacak ve güçlü bir Türkiye ile Avrupa güçlenecektir. Aday ülke statüsü Türkiye'yi Avrupa'ya daha iyi anlatmamıza imkan sağlayacaktır. Daha önümüzde yapmamız gereken çok iş var...
       Her hafta salı günü buluşmak dileğiyle...

       NOT: Bir trafik kazası sonucunda vefat eden Çanakkale milletvekili aziz kardeşim Sıtkı Turan'a Allah'tan rahmet, camiamıza ve yakınlarına başsağlığı dilerim.