Siyaset Türkiye arabuluculuk rolünü kaybetmedi ama zedelendi

Türkiye arabuluculuk rolünü kaybetmedi ama zedelendi

26.01.2009 - 02:03 | Son Güncellenme:

Loğoğlu, Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e yönelik çıkışlarını ve Yahudi lobisiyle yaşanan gerginliği değerlendirdi

Türkiye arabuluculuk rolünü kaybetmedi ama zedelendi

Başbakan Erdoğan, Gazze’de güçlüye karşı zayıfın yanında yer aldıysa, kusur bunun neresinde?
Bir kere bu tür durumlarda tamamen güçlü ya da tamamen zayıf bir taraftan söz edemeyiz. Objektif bir şekilde bakarsak bunu Gazze’de de görmek mümkün: Yıllardır işgal ve abluka altında, ıstırap çekmiş bir alan. Ama yine aynı alanda son üç yılda İsrail’in güneyine yapılan yedi bine yakın roket saldırısı. Evet, bu roket saldırılarında ölen ve yaralananların sayısı az, ama her halükârda kendisini sürekli tehdit altında hisseden bir Güney İsrail halkı var.

Yani Hamas o kadar da zavallı değil?
Değil herhalde, yedi bin roketten söz ediyoruz. Öyle sofistike roketler olmadığı muhakkak, ama hedefi bulduğu zaman da insan öldürüyor.

Tamam, ama ya 437 ölü çocuk; sizce bu isyan ettirici değil mi?
İsrail’in Gazze’ye yaptığı elbette herkesi isyan ettirir. Böyle bir saldırının ne siyasi, ne askeri, ne de hukuki mantığı var. Düşünün, ABD’nin nüfus oranına vurduğunuz zaman 22 günde bir milyondan fazla insan öldürülmüş durumda. İsrail’den özellikle sivil halka verdiği zararın hesabı mutlaka sorulmalı.

İsrail hesap vermeli

Sizce o 22 gün hukuki anlamda masaya yatırabilir mi?
Bence yatırılması gerek. Uluslararası hukuku harekete geçirebilecek mekanizmalar mevcut. Onların önünde İsrail’in hesap vermesi şart, buna bir şüphe yok.

O zaman bir liderin de çıkıp bunu açık açık söylemesinin nesi hata?
Söyleyebilirsiniz, ama onun üzerine politika bina edemezsiniz, taraf olamazsınız. Çünkü neticede bizim ulaşmak istediğimiz nokta nedir? İsrail ile Filistin arasında kalıcı barışın sağlanması ve Filistin halkının huzura, istikrara, uzun vadede de refaha kavuşması... Peki bunun önündeki en büyük engel ne; İsrail saldırıları mı? Hayır, ondan da büyüğü Filistin’in bölünmüşlüğü. Bizim öncelikle yapmamız gereken Filistin halkını birleştirmeye çalışmak. Bunu yapabilmenin tek yolu da Hamas, El Fetih ve diğer bütün Filistin fraksiyonlarına karşı eşit mesafede durmak.

Yani Hamas’ı korumakla Filistin halkını korumak aynı şeyler değil?
Kesinlikle değil. Çünkü eğer siz Hamas’tan yana bir tutum sergilerseniz Hamas’la El Fetih arasındaki uzlaştırma rolünüzü kaybedersiniz ve asıl hedefinizden uzaklaşırsınız. Hamas elbette seçimle iktidara gelmiş bir kuruluş. Ayrıca bu hükümet çeşitli sebeplerle Hamas’a sempati de duyabilir, ama unutmayalım ki Mahmut Abbas da seçilmiş bir devlet başkanı. 2010 sonbaharına kadar da görevi yasal olarak devam ediyor.

Peki sizce Hamas’a sempati duymak sorun mu, değil mi?
Orada artık herkesin kişisel düşüncesi geçerlidir, ama ben Hamas’ın demokratik bir seçimle iş başına gelmiş olmasına rağmen hâlâ siyasi bir parti olduğunu düşünmüyorum. Çünkü siyasi bir parti, siyasi hedeflerine, ancak siyasi yollarla ulaşır. Oysa Hamas’ın bir kısmı siyasi parti, bir kısmı terör örgütü. En azından dünyanın birçok ülkesinde böyle algılanıyor. Bu algının değişmesi için de Hamas’ın bulunduğu noktadan siyasi yöntemlere daha yakın bir noktaya gelmesi şart.

Zaten AKP de üç yıldır Hamas üzerinde çalışarak bunu yapmaya çalışmıyor mu? Hatta bu çabasında biraz yalnız da bırakılmadı mı?
Evet, ABD Türkiye’nin Hamas’a kartlarını açık tutmasına hep karşı çıktı, ama bazı Avrupa ülkeleri geç de olsa bunun aslında olması gereken bir iş olduğunu, Hamas’la da konuşmak gerektiğini kabul etti. Türkiye bu anlamda yalnız bırakılmış değil, ancak doğrusu “Hamas yanlısı” algılanmak ve İsrail aleyhinde çok ağır çıkışlar yapmak Türkiye’yi giderek yalnızlığa itiyor. Hem AB hem ABD Türkiye’nin Hamas yaklaşımına artık daha mesafeli bakıyor. Oysa Türkiye başlangıçtaki “eşit mesafede kalma” duruşunu sürdürebilseydi belki de bugün herkes için daha faydalı olacaktı. Şimdi bakıldığında Türkiye Hamas’ın tam yanında ve İsrail’le El Fetih’in de tam karşısında oturuyor görünüyor.

Peki, ama Hamas diye de bir gerçek var ve İsrail ne kadar bombalasa, dünya ne kadar görmese de bu bitmeyecek, öyle değil mi?
Evet, öyle.

O halde Hamas’ı belli bir siyasi noktaya çekmek için güvenini kazanmaya çalışmak da anlamlı değil mi?
Anlamlı, ama onun için de illa liderlerini Türkiye’ye davet etmek gerekmiyor. Türkiye’ye yine gelebilirler, ama bunu herkese meydan okurcasına yapmazsınız. Tırnak içinde söylüyorum, bu “cesareti” göstermek belki Arap ülkeleri arasında Türkiye’ye bir ön aldırmıştır, bir itirazım yok, ama bu herkesin gözüne sokarak da yapılmayabilirdi.

Mesele göze sokmamaksa o zaman Başbakan’ın İsrail tepkisini cesurane bulanlar için de siz en iyi ihtimalle “saf” diyorsunuzdur?
Hayır değil, haksızlığa karşı çıkmak elbette bir çizgidir, ama onun yanında bir sürü daha başka çizginin de olması gerekir. Bence bizlerin bir hükümetten asıl beklemesi gereken ülkemizin çıkarlarını bölgemizin ve insanlığın genel çıkarlarıyla uyumlu bir şekilde yükseltmesi, sorunlara öyle çözüm bulmasıdır. Çünkü eğer haksızlığa karşı çıkarken kendinizi bir köşeye hapsediyor, hareket kabiliyetinizi sınırlıyorsanız, o zaman siz en verimli hareket tarzını izlemiyorsunuz demektir.

Mesela İsrail’in BM üyeliğini tartışmaya açarken Türkiye’nin de BM’ye rağmen KKTC’de asker bulundurmasının sorgulanabileceğini hesaplamamak gibi mi?
Tamamen kastettiğim bu. Kendinizi köşeye sıkıştırmayacaksınız, argümanlarınızı hep doğru bir dille anlatacaksınız. Çünkü “İsrail BM üyeliğiyle bağdaşmayan hareketlerde bulunmaktadır” demek başkadır, “İsrail BM kapısından nasıl girer” demek başka...

Obama ‘yatıştırdı’

Dengeyi tutturmak; sizin söylemeye çalıştığınız hep bu galiba?..
Zaten siyasi liderlerin de işi bu; hep dengeleri tutturmaya çalışmak... Ben mesela bir liderin işleri nasıl dengede tutabileceğinin en son ve en çarpıcı örneğine Obama’nın yemin töreninde şahit oldum. Törende iki milyondan fazla insan var. Obama olağanüstü bir hatip. İstese o iki milyon insanı uçurabilir. Ama yemin töreninde yaptığı konuşma hitabet açısından en güçlü konuşmalarından biri olmadı. Neden?

Feragat mi etti sizce?
Evet, insanların ayağını yerden kesmekten feragat etti, çünkü oradaki hissiyatı çığırından çıkarmamak gerektiğini gördü. Tam tersine yatıştırıcı bir konuşma yaptı. “Sorunlarımız var” dedi, “Bunların hepsini çözemeyebiliriz”, “Bu iş için şunların olması gerekir” dedi. Oysa iki milyon insan ağzının içine bakıyordu. İstese yüzyılın şovunu yapabilirdi, ama ne yaptı? Sakin bir konuşma yaptı. İşte söylemeye çalıştığım denge budur.

Peki, sizce şimdi Türkiye Ortadoğu’daki arabuluculuk rolünü tamamen kaybetmiş midir?
Kaybetmedi, ama zedelendi. Hele de İsrail’le Filistin’in arasını bulmak konusunda kendisini bu işin patronu olarak gören bir Mısır varken... Ateşkes olayında gördük bunu. Her ne kadar profesyonel Türk diplomatlarının payı olsa da kameraların odaklandığı yerde Türkiye değil, Mısır vardı. Ancak bizim oynayacağımız rol hâlâ baki. Sağduyulu açıklamalar, uygulamalar içine girdiğimiz takdirde Türkiye kolaylıkla eski tarafsız noktasına dönebilir.

Sizce bunun için mesela Cumhurbaşkanı Gül İsrail’e gitmeli mi?
Eğer bölgede etkili olmak istiyorsak elbette devlet yöneticilerimizden birinin İsrail’e gitmesi iyi olabilir. Bu kadar sert açıklamadan sonra Sayın Başbakanımız gitmeyi istemeyeceğine göre Sayın Cumhurbaşkanımızın gitmesi daha makul olur. Üstelik onların da devlet başkanları buraya gelmişti. Ama asıl iş içerde; Türkiye kamuoyunun yatıştırılması gerekiyor.

Onu da Başbakan mı yapmalı?
Böyle bir çıkışı çok faydalı olur, ama artık sadece bir konuşma yapması da yetmeyebilir. Politikasıyla, duruşuyla, tavrıyla bunu desteklemeli. En başta da kin ve nefret duygularını uyandıran hoparlörlerin susturulması, ırkçı afişlerin indirilmesi, infial yaratan çağrıların durdurulması ve tabii Türkiye’de yaşayan her vatandaşımıza Anayasamızın güvencesi altında olduğunun hissettirilmesi şart.


AKP’nin dünya görüşü dış politikaya yansıyor

“Türk dış politikası eksen değiştirdi”, diye net bir cümle kurabiliyor musunuz?
Hayır, ama bunun güçlü emareleri olduğu değerlendirmesini yapan iç ve dış çevreler çok. Benim de Türkiye’deki mevcut iktidarın bakış açısına bağlı olarak Batı’dan İslam dünyasına doğru köklü bir dönüşüm içinde olup olmadığımıza dair kaygılarım var. Ancak bununla birlikte hâlâ Atlantik camiasının ana kuruluşları olan AB, NATO, Avrupa Konseyi gibi kuruluşlar içinde, demiri hâlâ oralarda bulunan bir ülkeyiz.

Rıza Türmen, dış politikaya daha çok ideolojik düşüncelerin hâkim olmaya başladığı izleniminin doğduğunu yazdı; sizce?
Bende de böyle bir izlenim var, ama ben bunu bir ideolojik yaklaşımdan çok hayat bakışının bir sonucu olarak görüyorum. Kendi görüşleriyle tutarlı bir dünya ve bir Türkiye görmek istedikleri muhakkak. Bunun dış politikaya yansıdığı da muhakkak.

Buna “Yeni Osmanlıcılık” denebilir mi?
Hayır, ama zaten yeni olan bir şey de yok. Sayın Davutoğlu’nun söylediği “komşularla sıfır sorun” politikası yeni değil. Üstelik bütün sorunlar da olduğu gibi duruyor. Yunanistan’la bütün sorunlarımız duruyor. Ege’deki bütün sorunlar duruyor. Batı Trakya’daki azınlığın sorunları, Kıbrıs sorunu, Ermenistan sorunu duruyor.
Suriye’yle yakınlaşma ise AKP değil, Ecevit hükümeti zamanında sağlandı. İran’la ilişkilerimiz de hep böyleydi. Sadece bizim lider kadrosuyla İran lider kadrosu arasında beden dili bu kadar rahat değildi. Tek fark Hamas ve İsrail konusunda grafiğin çok yükseldiği ve artık son dönemlerde süreklilik kazanmış sert açıklamalar var, o kadar.


Türk dış politikası ‘fevri’ ile ‘hızlı’yı ayırmasını bilir

- TÜRK GELENEĞİ: Türk dış politikasında gelenek her zaman temkinli ve soğukkanlı olmak, “fevri” ve “hızlı” hareket etmeyi birbirinden ayırmaktır. Bu, kamuoyunda bazen “yavaşlık” olarak anlaşılır, oysa amaç kozlarını en başta oynayıp hemen bitirmemektir. Türk Dışişleri böyle bir coğrafyada buna mecburdur da... Zaten o sayede Türkiye’nin güvenliğine hiçbir zaman helal getirmemiş, dışarıda büyük saygı gören, köklü bir kurum olmuştur.

- TELEFON: Obama’nın Türkiye’deki muhatabını ne zaman, hangi sırada arayacağından çok, aradığında neyi, nasıl istediği daha önemli. Türk toplumu ve medyası bu tip sembollere çok büyük önem veriyor, ama asıl önemli olan politikalar ve temasların sürekliliği.

- MALZEME: Dış politikanın iç politikaya malzeme yapılmasını bir yere kadar yadırgamıyorum. Çünkü sonuçta bilimsel bir sebebi var: Küreselleşme. Küreselleşme yüzünden 1- Bütün ülkelerde iç politikayla dış politika arasındaki çizgileri azaldı. 2- Sokak dış politikaya daha fazla katılır hale geldi. 3- Dış politika ilk defa muhalefetle iktidar arasında bu kadar ciddi bir çatışma alanı oldu. Ancak tabii bunu malzeme yapmanın da bir ölçüsü var. Sokakla, dünyaya aynı anda seslenemezsiniz.

- YÜZDE 75: Uluslararası camiada saygı görmek için değil yüzde 75 oy, bazen yüzde 99 oy almak bile yetmez. Size ancak siyasetinize, çözüm önerilerinize bakılarak saygı duyulur. Bu Hamas için de geçerlidir, geçmişteki Bush yönetimi için de, İsrail yönetimi için de...


Türkiye arabuluculuk rolünü kaybetmedi ama zedelendi



Soykırım karar tasarısı ABD’den geçtiği anda 2. aşama başlayacak

ABD’deki Yahudi lobisinin Erdoğan’a yazdığı mektup sizce ne anlama geliyor?
Küskünlüğün ve hayal kırıklığının ifadesi. İlişkilerin bundan sonraki seyrine ışık tutması bakımından çok önemli bir gelişme.

Bu lobi Türkiye için gerçekten kuvvetli bir güç müdür, yoksa aslında pek bir işe de yaramaz mı?
Tam aksine, bir defa Yahudi lobisi Amerika’nın en güçlü lobisidir. Hem sayıca böyledir, hem mali açıdan, hem de manevi açıdan. İkinci önemli gerçek; Türkiye’nin yanında olan tek lobidir.

En büyük faydası ne?
Ermeni soykırımı karar tasarısının ABD Kongresi’nden geçmesini engellemek.

Başbakan’ın İsrail çıkışlarından sonra artık engellemeyebilirler mi?
Bence 24 Nisan’daki başkanlık bildirisinde “soykırım” kelimesi geçmeyebilir, ama Ermeni soykırımı karar tasarısının kabul edilip edilmeyeceği konusunda endişeliyim.

Peki Türkiye “Geçerse geçsin” diyemez mi?
Diyebilir ve muhtemelen öyle de denecektir, ama benim esas kaygım şu: Ermeni diyasporasının soykırımı kabul ettirme kampanyasının en önemli istasyonu Washington, en önemli odası da Amerikan Kongresi’dir. Oradan geçen bir karar tasarısıyla tablonun en eksik taşı tamamlanır ve meselenin siyasi mücadele aşaması bitip, ikinci aşaması başlar.

İkinci aşama?
Hukuki mücadele. Toprak talebinden bahsetmiyorum, ama karşımıza kesinlikle tazminatlar ve kişisel mülkiyet hakları çıkar. Lahey’e, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidebilirler. Hele de Amerikan hukuk sisteminin mezhebi bu tür davaları kabul etme bakımından çok daha geniştir. Amerika’da arkası arkasına davalar açılabilir. Türkiye 50-60 yıl da bununla uğraşır.

Yani ABD’deki Yahudi lobisini kızdırırken iki kere düşünmek gerekiyor?
Kaldı ki, Yahudi lobisinin ifade ettiği tek şey de Ermeni konusundaki desteği değil. Türkiye-ABD-İsrail üçgeninde Yahudi lobisi çok önemli bir faktör. O bakımdan Yahudi lobisini gözden çıkarmak o kadar kolay değil.

Mesela bu lobi ABD’nin AKP’ye bakış açısını etkileyebilir mi?
Etkileyebilir tabii.

“İsrail çıkışı Başbakan’ın başını yer” diyenler haklı olabilir mi sizce?
Bu sorunuza ciddi ve asla kaçamak olmayan cevabım şudur: Türkiye’de kimin iktidar olacağına ancak ve ancak Türk halkı verir. Hele de darbeler dönemi kapanmışken.

Ya kriz döneminde AKP’yi yalnız bırakmak, yıpratmak gibi yöntemler...
Tabii Amerika bazı politikalarıyla benimsemediği bir hükümeti zor durumda bırakabilir. Ancak ben ne Yahudi lobisinin kızgınlığının o noktaya vardığını düşünüyorum, ne de Obama yönetiminin Türkiye’yi de tehlikeye atacak bu tip adımlara itibar edeceğini... Ama tabii dost bir lobiyi kaybediyoruz, bu da düşünülmesi gereken bir şey.

Sizce Başbakan da artık bunu hesaba katmaya başlar mı?
Sayın Başbakan çok akıllı bir insan. Başından beri hep bir çıkış yapıyor, tutarsa devam ettiriyor, ama tutmaz, hele de dikkate alması gerektiğini düşündüğü aykırı bir tepki gelirse derhal rota ayarı yapabiliyor. Bu konuda taktisyen olarak Özal’dan dahi daha başarılı. Dolayısıyla şimdi de farklı olacağını düşünmüyorum. Konu Gazze olsa bile... Sonuçta hiçbir siyasi lider doğası gereği yalnız bırakılmayı istemez.

Yazarlar