Attila Gökçe

Attila Gökçe

agokce@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Nilay ( Yılmaz ) kızım darılmasın, üzülmesin. Pancard’ın genç ve masum yapım ekibi de alınmasın, kırılmasın...
Yazılı  sözlü medyadaki dostlarım ve meslektaşlarım da bana kızmasın.
“Çarşı”, emek ürünü bir belgesel olarak da, kendi kendini “bitiren”, “geri çeken”, “tribünden indiren” bir taraftar örgütü olarak da çok şaşırttı beni.
Tıpkı “Çarşı” üzerine yapılan derin ve sosyolojik yorumlar gibi.
O yüzden, bu konuda çok konuştuğumu düşünüp yazmama, kararımdan vazgeçtim.
Bunun bir çok nedeni var ama, en başta benim “minimize” de değil, iyice “mikromize” edilmiş sözlerim de dahil, Çarşı’ya hep tek pencereden bakmışız....
Masumiyetin, saflığın, delikanlı ruhunun, biraz çocukluğun, biraz öfkenin, onurlu başkaldırıların öykülerini, her tribünde rastlanamayacak bir felsefe derinliğinin parıltılarını anlatmışız...

Haberin Devamı

Başkaldırı kültürü ama...
Özellikle belgeselde iş oraya odaklanmış.
Muhalif bir futbol romantizmi gibi bir denemeye dönüşmüş o belgesel!
Bir belgeseli böyle bir anlayışla kendi senaryosunun kalıbına dökmek nasıl bir şeydir, bilemem... İzni olursa genç arkadaşlarımın, Çarşı öyküsünün eksik anlatıldığını, gerçeklerden bir bölümünün filme, daha da fazlasının çöpe gittiğini söylemeliyim...
Hadi bunu anlayışla karşılayalım... Masumiyetin ağır bastığı bir duygusallık gösterisini seçmiş olabilir sinemacı,  filmci,  sanatçı arkadaşlarımız...
Onların böyle bir dili, dünya görüşleri olabilir. Aynayı öyle tutabilirler yani...
Peki yazarken, yazıp yorumlarken nasıl anlatılmalıydı Çarşı ?
Belgeseldeki gibi, kalıba dökülmüş, seçilmiş gerçeklerle mi ?
Hiç sanmıyorum...
Çarşı, bir başkaldırı kültürüdür. Standart kalıplara, yerleşik anlayışlara itirazdır, isyandır, tamam da...
O genç enerjinin ve delikanlı ruhun, “sütten çıkma ak kaşık” olmadığını da bilmeli, unutmamalıyız. En azından Çarşı’nın giderek yanlışlarından arınmaya çalışan, kültürel bir omurga, felsefi bir duruş kazanma gayreti gösteren, örneğin sekiz yıl önceki utanç verici küfür kampanyalarını vicdan sızılarıyla dile getirip itiraf eden kendi rönesansına saygı adına bunu yapmalıyız.
Elbette onurlu çocuklar seslerini yükselttiler, duyarlılık gösterdiler... Ama bu soylu çekilişin çook öncesinde, Çarşı’nın mesela 5-0’lık bir Trabzon deplasman galibiyetinden dönen takımı nasıl karşıladığını da anımsıyorum ben...

Haberin Devamı

Film koptu
5-0’a rağmen mutlu olamıyorlardı. Öfkeli, kibirli, gaddar ve herkesi aşağılayan bir nara topluluğu olarak oradaydılar. Polise de diklenmişlerdi, birkaçı “alınınca”, “İmparator“u göreve çağırıp arkadaşlarını kurtardılar. “Çarşı Herkese Karşı”ydı ama, Sinan Engin de o gün “başlarının tacı”ydı!
Schalke’nin stadında oynanan Chelsea maçına uçuyorduk. Uçak 3-5 yolcunun dışında olduğu gibi “Çarşı” tarafından doldurulmuştu...
O uçuşta çirkin olaylar yaşandı. Örneğin sigara içilmemesi gerektiğini hatırlatan firma sahibini ve pilotu aşağı atacaklarını söyleyecek kadar öfkeliydiler. Birbirleriyle kavga ederken en az on koltuğu kırdılar. Alman polisinin nezaretinde uçaktan alınıp maça götürüldüler... Oradan tekrar uçağa... Bir kafeye oturmalarına, bir restoranda yemek yemelerine bile izin verilmedi... Olsun, biz yine seviyorduk Çarşı’yı... O kadar seviyorduk ki uçakta olmayan bir meslektaşım yazı yazdı : “Çarşı Beşiktaş’ın cesur yüreğidir. Onlara laf söyletmem!”
Her neyse anmak istemediğim, başka çirkinlikler de var... Bunları hepsi biliyor. Yöneticilerle ilişkilerinin de mesafeli  istikrarlı ve tutarlı olduğunu iddia edebilir miyiz ? Hayır!
Şunu da yazmalıyım... Ben bu arkadaşları olanca gerçeği ile sevdim... Olgunlaşacaklarına inandım... Orhan Pamuk’u kutlarken, nükleer enerjiye karşı çıkarken, kan bağışı kampanlarıyla kan dökmenin tek ve temiz örneğini sergilerken daha da sevdim... Alen’den Ayhan’a hepsinden saygı gördüm. Yüzlercesinin arasında en sert eleştirileri yaptığımda da bana “abi” dediler.
Umudum, Çarşı’nın “haytalık” sürecinden hızla çıkarken giderek espri, kültür, derinlik, adamlık olgunluk örneklerini çoğaltmasıydı....
Bu genç enerjiye saygı duyuyordum. Zamanla ülkenin en temiz, en sivil dinamiklerine döneceklerdi, inanıyordum.
Ve hiç beklenmedik bir şey oldu... Artık nasıl olduysa, film koptu.
Ama benim umutlarım devam ediyor...
Dönecekleri günü çocuksu bir sabırsızlıkla bekliyorum.Çünkü Çarşı’da “ruhun satılamayacağını”  biliyorum.

Haberin Devamı

‘Portugal’ı soydum’
Portakal, bize Portekizli gemicilerin armağanıdır, biliyor musunuz ?
Bizans döneminde mi, Osmanlı’nın zamanında mı bilmem...
Galata rıhtımına, ya da yağ iskelesine yanaşan Portekiz ticaret gemileri, kasalarda değil, dökme portakal getirirlermiş İstanbul’a...
Halkın dili “Naranja”, “ Orangina” ya “Orange” gibi portakalın evrensel adına mı dönmemiş, Portekizlilerin getirdiği bu meyvaya hep “Portugal” demişler.
Portugal zamanla “PORTAKAL”a dönüşmüş...
Narenciye dilimize ne zaman nasıl girdi, bilmiyoruz ama, Portakal’ı seviyoruz.
O yüzden futbolda “Portakallar” denince ben Hollanda’nın değil, Portekiz’in anılması gerektiğini düşünürüm hep. En azından bizim tarihimiz açısından
Avrupa Futbol Şampiyonaları’nda ise pek sevmem “Portugal”ı... 1996’da, 2000’de ve şimdi de 2008’de hep yolumuz kesişiyor Portekiz’le.
Nottinham’da turnuva acemiliğinden yenildik (1996/ 0-1)... Amsterdam’da kötü bir çeyrek final macerası yaşadık... Couto ne yaptı, etti, Alpay’ı attırdı. Bir penaltı kazandık, Arif’in atacağı tuttu, dışarı attı. Yarı final umutlarımız hayal kırıklığına dönüştü.(2000/ 0-2)
Bugün en gıcık olduğum hoca, Scolari...
Brezilyalı, Türkiye ile ne zaman karşı karşıya gelse belinden bir adet “Ronaldo” çıkarıyor... 2002’de iki kez yenildik Brezilya’ya... Gruptaki (1-2) hadi neyse de, yarı final maçındaki (0-1) yenilgi çok acıydı... Ronaldo’nun “pisburun” vuruşuyla, hatırlayın.
Şimdi Portekiz patentli Ronaldo ile karşı karşıyayız. Evet, bence de bu yıl dünyanın en iyi futbolcusu o.
Gel de kıskanma Scolari’yi !.
Gerçi bizde de kıskanılacak oyuncu az değil... Şu farkla ki mesela Ronaldo’yu dünya biliyor, Arda’yı şimdilik sadece biz biliyoruz.
Cumartesi’ye bakacak olursak...
Portekiz, 2004’de uysal ve sessiz bir evsahibiydi.
Portakal’ı iki kez yemek komşuya nasip oldu.
2006’da o uysal takım gitti, onların yerine hırçın, kışkırtıcı, dövüşçü ve sert bir takım geldi...
Hollanda maçını hatırlayalım. 16 sarı kart ve her iki takımdan atılan 2’şer futbolcu... İngiltere maçında da Ronaldo hakeme ispiyon yapıp Rooney’i attırmadı mı ? Ada’da kıyamet kopmadı mı ? M.United’da ikisini barıştırmak için Sir Alex Ferguson’un göbeği çatlamadı mı ?
O nedenle işte beni Ronaldo filan değil, çok çabuk gaza gelen, tahriklere kapılan, kontrolunu kaybeden “bizimkiler” korkutuyor.
Bu defa “Portakal” canımı sıkıyor.

Hani dayanışma?
Evet, Sapanca halkının tümüne maletmeyelim... O güzel insanlarla saldırganları birbirlerinden ayıralım.
Ankaralı kürekçi delikanlılara yapılan saldırı, utanç vericidir.
Ayıptır, suçtur, günahtır...
Ama daha da esef verici olan, işi “otoparkta ücret kavgası” gibi basit vukuat ölçeğine indirgemektir.
Ankara Üniversitesi’nin kürekçileri Başkan Prof. Yılmaz Akça’nın kararıyla yarıştan çekildiler.
Öteki takımlar yarıştı. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, Mogan ve diğerleri...
Rekabet hükmünü icra etti, madalyalar paylaşıldı.
Keşke tavırlar da paylaşılsaydı.
O sessiz protestoya Büyükler ve ötekiler de katılsaydı. Hep birlikte bir dayanışma segilenseydi...
Kürekçilere dayak utanç verici...
Bir kınama bile yapmadan yarışa devam, hüzün verici.
Yazık oldu...
Hem spora, hem de Sapanca’ya!