Kültür Sanat Sol mücadelenin bir başka yüzü

Sol mücadelenin bir başka yüzü

12.05.2011 - 20:18 | Son Güncellenme:

Devrimci mücadelesi 30 yıla yakın süren Hronis Missios, kitabında iç acıtan bir naiflik ve iyimserlikle Yunanistan’da solcuların 1940’lardan ‘70’lere uğradıkları ezayı anlatıyor.

Sol mücadelenin bir başka yüzü

Sana bu mektubu Korfu Cezaevi’nden değil, Atina’dan yazıyorum, nispeten özgürüm. Hayır, hayır, izinli çıkmadım, sonsuza dek kuşatma altındayım. Yine de nereden yazdığımın pek önemi yok. Hapishane, tımarhane, parti, toplum; her yer az çok birbirinin aynı... Kendi içinde bile rahat edemiyorsun artık. Her şafak vakti kurşuna dizilmeye götürülecekmişsin gibi yalnızsın.”
Bu yazı sayesinde, geçen yıl okuyup rafa koyduğum kitabı raftan indirdim, iyi de oldu. Kitabı tekrar okumak için de, başka bir kitaba ara verdim. O kitap, “Bitmeyen Yolculuk”. Adnan Bostancıoğlu’nun Oğuzhan Müftüoğlu’yla yaptığı uzun söyleşi. Tuhaf da bir tesadüf oldu. Yalnızca iki kitabın taşıdıkları kısmi paralellikten ötürü değil. Bu, okuyup Adnan’a verdiğim; sonra onun yenisini bana hediye ettiği bir kitap olduğu için...

İdam sırasını beklemek
Firesiz güzel kitaplar yayımlayan Helikopter, bu kitabı Haziran 2009’da çıkardı. Hronis Missios iç acıtan bir naiflik ve iyimserlikle bize Yunanistan’da solun, solcuların 1940’lardan 1970’lere uğradıkları ezayı anlatıyor. Bir roman ama siz onu anı diye okuyun.
Missios 1930 doğumlu. İkinci Dünya Savaşı sırasında ülkesini işgal eden Almanlar’a karşı direnişle başlayan devrimci mücadelesi, Albaylar Cuntası dönemi dahil 30 yıla yakın sürmüş. Bu dönemin önemli bir kısmının cezaevlerinde geçtiğini söylemeye gerek yok elbette. Aslında yalnızca cezaevinde de değil. Islahevlerinde, tımarhanelerde, kışlalarda, toplama kamplarında...
“... bizleri tavuklar gibi kümes kümes dolaştırdılar: Korfu, Yedikule, Averof, Eğina, Yaros, Alikarnassos, Makranisos, Ay Strati... Coğrafyayı sular seller gibi ezberledik. Devrimci eğitim bakımından da pek geri kalmadık bu arada.”
Tüm dünyada yer altında sol mücadele verip de anılarını yazanlar; mahkemelerle, cezaevleriyle, işkencenin binbir türlüsüyle çıkarlar karşımıza. Çoğu bunları belgesel soğukkanlılığıyla kaleme alır, kimi yenmek istemediği bir öfkeyle... Bu kitap da onlardan biri gibi... Ama değil. Missios; 17 yaşında idam cezası alarak ıslahevine konmuş, aylar boyunca her sabah bir hücre arkadaşı idama götürülürken sırasını beklemiş, o sırayı beklerken arkası gelmez acımasızlıklara uğramış bir devrimci. Yazarlığı elbette sonradan. Hatta okurluğu da öyle. Cezaevine girdiğinde okur yazar bile değil. Ama çıktığında, yalnızca anlatacak eşsiz bir yaşam öyküsünün değil, olağanüstü bir üslubun da sahibi...
“Her yenilgiden sonra kümese tıkıldığımızda örgütlediğimiz eylemleri görecektin! Volta atma süresini beş dakika uzatmak, kurşuna dizilmeye gece değil de şafak vakti götürülebilmek için ölüm oruçlarına yatmalar ve daha neler neler! Analarını belledik icabında!”

Ölen ne kadar şanslı
Missios 1947-1973 döneminin neredeyse tamamını cezaevinde geçirmiş. Dışarıda olduğu kısa süreler de yalnızca hapishaneye geri dönüşüne vesile olmuş zaten. Kitap, isminden anlaşıldığı üzere, direnişin ilk günlerinde vurularak ölmüş bir arkadaşa seslenerek yazılmış. Missios, ölen arkadaşının ne kadar şanslı olduğunu sık sık tekrarlıyor kitap boyunca. Ama şans, kendi gördüğü eziyete o arkadaşın ortak olmaması değil yalnızca. Bağlı olduğu Leninist partinin insanı çileden çıkaran, içerideki eziyeti katlayan, insan sevmez kararları da buna dahil.
“Çoğumuz açısından bu işi sürdürmek, devrimci hayallerimizi ifade etmekten çok bireysel onurumuzu korumak anlamına geliyordu. Ne olduğunu anlayana kadar iki ayak üzerinde durmak ya da sürünmek ikilemiyle karşılaşmıştık. Bize başka bir seçenek bırakmadılar. Sırtımız duvara dayalı büyük bedeller ödeyerek insanlık onurumuzu savunmak zorunda kaldık. Neyse bunları başka zaman konuşuruz, şu anda çok üzgünüm. Yalnız üzerine basarak tekrarlıyorum, yaşadığım hayat için şikayet etmiyorum. Ve bana acınmasından hiç ama hiç hoşlanmıyorum.”
Yazıya “Bitmeyen Yolculuk”u anarak başladım. Kitabın neye dair olduğunu okuyanlar ya da Oğuzhan Müftüoğlu’nu tanıyanlar biliyor. 1960’lardan başlayarak Türkiye’deki yarı legal sol örgütlenmeler, THKP-C, Dev-Yol ekseninde anlatılıyor. Söyleşideki sorular da cevaplar da Marksizm’e dair kavramlarla, örgütlenmenin ve teorinin meseleleriyle dolu. Çağdaşı olmayanlar için doğrusu kolay takip edilecek tartışmalar ya da süreçler değil. Birçok sessiz harfin bir araya gelmesiyle oluşmuş örgüt isimleri, okuyanlara bugün çok anlamlı gelmeyen tartışma konuları vs...

Pratik iyi, teori sallanıyor
Elbette o süreçte yaşanan acılar, iz bırakan, kitleleri etkileyen kayıplar da anlatılıyor. Ama bir hareketin lider kadrosunun gözünden, soğukkanlılıkla. Missios ise benzer bir zincirin en sonundaki çocuk. Pratik belki zehir gibi, ama teori tamamen sallanıyor. Yarım okuma yazmayla yapılan tartışmalardaki naiflik; insana içinde davaya adanmak, bilinç, sınıf, çevre, ezilmek geçen sorular sorduruyor...
“Manoli anlattıkça anlatırdı: Marksizm, sosyalizm, burjuvalar, proleterler, yevmiyeler, yabancılaşma... Biz dediklerini pek anlamadığımızdan esneyip dururduk. Üstelik işsiz olduğumuzdan yevmiye bizim için hiçbir şey ifade etmiyordu, yabancılaşmaya gelince bu kelimeyi ilk kez duyuyorduk.”
Bu kitap rafta kalmasın... Sol mücadelenin bir başka yüzünü görmek için, Atina’yı sık sık sallayan muhalif hareketin köklerini tanımak için, Ari Çokona’nın çok başarılı çevirisi için.... Ya da 222 sayfada anlatılanlar, insanlık tarihinin parçası olduğu için. n

Haberin Devamı

Ezilenleri değil, kazananları anlatıyor
“Korfu’da, tecrit ettiğimiz mahkumların dışında bütün arkadaşlarımızı farklı kategorilere ayırmıştık. Tecrit edilenler düşmanımızdı (...) Hayatlarını zorlaştırmak ve aramızdan kovmak için de onları sürekli taciz ediyorduk. Örneğin yemek almaya giderken partinin sadık adamlarından biri gidip onlara çarpıyor, yemeklerini döküyordu (...) Bir de iktidar olduğumuzu düşün! Bu korkunç eziyete dayanabilenlerin çoğunun itibarları daha sonra iade edildi. Parti, yani o dönem partinin başında bulunan geri zekalılar yanlış yapmıştı. Ama bu insanlara yaşatılanların hesabını kimse vermedi.”
Bu kitabın sayfaları hapishaneden hapishaneye sevklerle, işkencecilerin sadistlikleriyle, berbat cezaevi koşullarıyla, hastalık, sakatlık ve ölümlerle dolu... Ama yazar her satırında iyimser, neredeyse neşeli. İnsan hem fiziksel hem duygusal açıdan bu kadar hırpalanmışken nasıl böyle aydınlık bir kitap yazabilir, kitabı her iki kez bunu düşünerek okudum. Sonunda da şundan emin oldum. Bu kitap her şeye rağmen yaşam dolu ve iyimser; çünkü ezilenleri değil, kazananları anlatıyor bize. Çünkü 16 yaşındaki bir çocuğun hayatını kaydırması beklenen her şeye daha en başta direndiğini gördükten sonra, o çocuğun ve arkadaşlarının artık yenilmeyeceğini anlıyorsunuz. Ve orada anlatılan her şeyin, pislik içindeki hücrelerin, sadist gardiyanların, insan öğüten parti yönetimlerinin, polislerin ve cezaevi idarelerinin acımasız ama ahmakça oyunlarının... Hepsinin boşa çıktığını bilmenin güveniyle okuyorsunuz bu kitabı. Çünkü o 16 yaşındaki çocuk; işgalcilerle, habire ‘vatanın müşfik kucağına’ çağıran işbirlikçilerle, işkencecileriyle, var olmaya çalışan devrimcileri sudan sebeplerle hain ilan eden parti büyükleriyle, davaya inancını yitiren yoldaşlarla hesaplaşarak büyüyor.