The Others 1998, kitapta tarih yılıydı

1998, kitapta tarih yılıydı

31.12.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:

1998, kitapta tarih yılıydı

1998, kitapta tarih yılıydı

       1998'in kitapları sizin için hangileriydi? Her okur için yılın kitapları listesi bazen örtüşse de farklıdır kuşkusuz. Ama 1999'u karşılarken öznel de olsa bir seçki oluşturalım istedik. Bugünkü ilk bölümde 1998'in romanlarına bakıyoruz. Yarın da şiir, anı, deneme ve birkaç incelemeyle sürdüreceğiz bu küçük turu. Yeni yılınız kutlu olsun.

       Soğukkanlı davranırsak, 1998'de "yılın kitabı" Susurluk Raporu'ydu demek zorundayız ne yazık ki. Kutlu Savaş'ın kimilerince "edebi" bulunan bir üslupla kaleme aldığı dehşet dolu rapor, bütün edebiyat ve inceleme kitaplarını geride bıraktı geçtiğimiz yıl.
       Cumhuriyet'in 75. Yılında, Cumhuriyet'le ilgili bilgi ve görüşlerimizi genişletecek kayda değer araştırma kitapları yerine, Susurluk ve çeteler üzerine kitapların çoğunlukta olması da, üzücü ama gerçek.
       İlginç olan, güncelliğin bu baskısına karşın, kültür ve edebiyatta tarihin ön planda olması, şaşırtıcı olan ise Cumhuriyet'ten çok, Osmanlı tarihinin ağır basmasıydı bu yıl.
       Murat Bardakçı'dan bestseller Vahdettin anıları; Hıfzı Topuz'dan Abdülhamit döneminde geçen Meyyale romanı (Remzi Kitabevi); Ahmet Altan'dan gene 2. Meşrutiyet'e giden yıllardan bir roman, Kılıç Yarası Gibi (Can Yayınları); Orhan Koloğlu'ndan bir inceleme, Avrupa Kıskacında Abdülhamit (İletişim); Orhan Pamuk'dan 16. Yüzyıl romanı (İletişim); Yaşar Kemal'den 1. Dünya Savaşı, Cumhuriyet ve mübadele yıllarına ait bir roman (Adam); Fatih Atila'dan aynı yıllarda başlayıp 1983'e ulaşan bir aile romanı, Alaturka Rapsodi; ve bugüne en yaklaştığımız, iki "çok yakın tarih" romanı, Oya Baydar'dan Hiç Bir Yer'e dönüş, Cemil Kavukçu'dan Dönüş (Can Yayınları), 12 Eylül'ün öncesi ve sonrasının hesaplaşmalarını anlatıyordu.
       Herkesin uzak - yakın geçmişle hesaplaştığı bir yıl mıydı 1998? Yoksa günümüzün korkunçlukları, bizleri tarihi anlamaya yahut tarihe sığınmaya mı itiyor? Tarihle hesaplaşan bu kadar çok kitabın, özellikle romanın, aynı yıla denk düşmesi bir rastlantı bile olsa, geçmişle yüzleşme açısından toplumda güçlenen bir eğilimi yansıtıyor bence.
       Resmi yahut sivil toplum düzeyinde, Cumhuriyet'in 75. Yılıyla ilgili bir sürü yayın çoğunlukla ya törensel kaldı, ya da çok kuşbakışı değerlendirmelerdi. Edebiyattaki tarih hesaplaşmasını ise, toplumun daha derindeki nabzı gibi algılama eğilimindeyim. Sadece 1998'in değil, bir dönemin ruhu bu galiba.
       Bu da bizi Yaşar Kemal'e getiriyor. Bence bütün romanları enfes birer karşı - tarih yapıtı olan Yaşar Kemal'in romanı, edebiyatta yılın kitabıydı, herkesten bir baş, bir omuz, bir boy ilerideydi.
       Evet, yıla Yaşar Kemal'e başladık. 1990'ların en iyi romanıydı Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana. Yüzyıl başının en feci savaşlarını görmüş iki adam, bir adada karşılaşır. Shakespeare'in Fırtına oyunundaki büyülü adadan, Robinson Crusoe'dan esintiler vardır bu ıssız, terk edilmiş mekanda. Yıkılmış hayatları yeniden kurma çabası vardır. Kimse "Ah cesur yeni dünya" diyecek halde değildir, ama gene de dünyayı baştan kurmak düşü vardır.
       Mübadelede boşalmış bir hortlak adada, hortlaktan beter durumda, her cephede ölümü ve kıyımı görmüş iki insanın dostluğu vardır. Yüreklerde kalan insanlık kırıntılarını yaşatmak mücadelesi vardır. "Biz aynı ateşin küllerinden doğduk" diye bağırır balıkçı Vasili; "Bu dünya hep karanlık değilmiş, sizler de varmışsınız" der Poyraz Musa. Bir Ada Hikayesi'nin ilk cildinde, boş bir adanın, ne olacağı belirsiz bir Ütopya gibi, yüreği ateşle sınanmış insanlarla yeniden dolmaya başladığını izleriz.
       Yaşar Kemal bu romanda zamanı daha önceki kitaplarından daha da ustalıkla kullanmış. Gündelik ayrıntılarda uçup giden, anılarda yavaşlayan, ritmi ve temposu sürekli değişen, inanılmaz bir zaman örgüsü var romanın. Homeros'un kahramanı Odysseus'un dönmeye çabaladığı İthaka adası kadar kırılgan bir sıla ve gölgeli bir simgedir Yaşar Kemal'in Karınca Adası.
       Yaşar Kemal'le açtığımız yılı, Orhan Pamuk'la kapattık. Orhan Pamuk'ta tarih çok farklı, varoluşsal değil zihinsel bir boyut adeta. Benim Adım Kırmızı'da Batı resminin perspektifi, Doğu resminin de sonsuzluğu arayışının kıyaslanmasını okurken, Türk romanında da entelektüel perspektifin Orhan Pamuk'la güçlendiğini bir kez daha hissettik. Üstelik bu sefer kanlı, canlı ve üç boyutlu karakterler yaratarak farklı bir derinliğe ulaşmış Orhan Pamuk.
       Belki de Ahmet Altan'ın istediği oldu. "Post - modern zihin oyunlarıyla unuttuğumuz insan boyutu modern romana geri dönecek, neo - klasik roman gelecek" demişti. Galiba dediği de oldu.
       Kılıç Yarası Gibi romanında başarılıydı Ahmet Altan, İnsan yüreğini anlatıyordu, paşazade Hikmet Bey'in erotizmle gidermeye çalıştığı yabancılaşmanın giderek toplumsal bilince ve İttihatçılığa dönüşmesi güzel bir portreydi. Ama Ahmet Altan sanki bugünü düşünerek yazmıştı 1900'lerin başlangıcını. Bugünün kaygıları ve bakış açısı sinmişti romana. "Tek satırı bugün düşünülerek yazılmadı, bizim kavgalarımız değişmiyor" dese de, bir anakronizm gölgesi vardı kitapta. Devlette çeteleşme sorunu vardı.
       Orhan Pamuk ise, 16. Yüzyıla dair anakronizmleri bilerek, kasten, göz kırparak yapıyordu. Ama Benim Adım Kırmızı, kültür düzeyinde Doğu - Batı sorunsalıyla hesaplaşıyordu, Kılıç Yarası Gibi ise politik düzeyde, devlet - toplum sorunsalıyla. Özel ile kamusalın kesiştiği çizgide ortak nokta, tarihsel perspektifti.
       Peki, 12 Eylül öncesi devrimci hareketin hesaplaşmasını çok farklı perspektiflerden yapan iki ayrı romanda, bir erkek ve bir kız çocuğun adlarının Eylül olması bir tesadüf müydü?
       Oya Baydar'ın Hiçbiryer'e Dünüş romanında, bu yılın romanla tarih hesaplaşmasında tek kadın sesini duyduk. Eylül adlı oğlunu ve bütün sevdiği erkekleri yitiren kadının bir başka savaştaki yenilgisini okuduk. Bu romanda da ıssızlaşan bir adaya sığınıyor eski devrimci kahramanımız; ama o adasını "Bir karşı - ütopya, Hiçbiryer" diye tanımlıyor. "Belki bir gün, yepyeni insanlar gelip tarihi silkeleyecekler ... Ama bizler, mağlup orduların yenik askerleri, bizler çok yorgunuz" diye bitiriyor öyküsünü.
       Fatih Atila ise Alaturka Rapsodi'de, Yaşar Kemal'in romanlarında da kolayca barınabilecek boyutta iyi çizilmiş bir köylü büyükbaba, sonra halk eğitimcisi bir baba ve nihayet 68 kuşağının sonuna yetişen devrimci oğul portresiyle, 12 Eylül'e kadar Cumhuriyet tarihini özetlemiş adeta. Bu romanın Eylül'ü de kayıp ağabeyinden umut kesmeyen genç ressam kadındır.
       Ve nihayet, Ahmet Ümit'in Kar Kokusu adlı nefis polisiye romanında 1980'leri, Moskova'da eğitim gören TKP'li Türk gençlerin gözüyle yaşadık. Unutulmaz portrelerdi hepsi. Üstelik Orhan Pamuk'u aratmayacak bir Doğu - Batı ve zihniyetler çatışmasıyla, bir felsefi arka planla işlenmişti bu ilginç cinayet öyküsü.
       1998'in hangi romanına el atsak tarih çıktı karşımıza. Ayla Kutlu'nun romanı Emir Bey'in Kızları (Bilgi Yayınevi) Bir Göçmen Kuştu O dizisini, 2. Dünya Savaşı'ndan bugüne getiriyor. Hakan Akdoğan'ın Yunus Nadi Roman Ödülü kazandığı Nü Peride, Osmanlı döneminden bir tarihsel fantazi üzerine kurulu; Mehmet Coral'ın Bizans'ta Kayıp Zaman romanı (Milliyet Yayınları) İstanbul'un Bizans olarak yaşadığı bin yılı özetliyor.
       1998 bence edebiyatta roman yılıydı, romanda ise tarih yılıydı. Hatta şiire de hakimdi tarih. Kitaplarla 1998 turumuz yarın da sürecek.