The Others Başlarken...

Başlarken...

24.01.1999 - 00:00 | Son Güncellenme:

Başlarken...

Başlarken...

       Gazeteci, savcı, bilimadamı, siyasetçiydiler.
       İlk ders için acele ederken, geceleyin bir dost sohbetinden dönerken, daktilolarına bir kağıt daha takarken...
       Namluya sürülmüş öfkenin, pimi çekilmiş siyasal hırsın hedefi oldular.
       Arkalarından katillerin yakalanacağına dair sözler verildi.
       Fakat Türkiye'yi sarsan bu cinayetlerin çoğu aydınlatılamadı.
       Soruşturma dosyaları kayboldu, kanıtlar ortadan kaldırıldı, aydınlatılması beklenen gerçekler gizli ellerce karartıldı.
       Sorular cevapsız, katiller cezasız kaldı.
       Oysa Türkiye kiminin üzerinden 20 yıl geçen bu cinayetlerin faillerini ve nedenlerini bilmeyi talep ediyor.
       Milliyet, toplumun bu talebini bir kez daha yüksek sesle dile getiriyor.
       Yakın tarihimizin unutturulmak istenen sayfalarını yeniden açıyor.
       "Temiz Toplum"a giden yolun, "faili meçhul" ya da "zaman aşımı" ibareleri düşülen dosyaları raflardan indirmekten geçtiğini biliyor.
       Milliyet, siyasal cinayetlerde yakınlarını kaybedenlerin acısıyla kamu vicdanı arasında bir köprü kuruyor.
       Milliyet, onları unutmuyor.
       Ve 6 yıl önce bugün hain bir bombayla katledilen gazeteci Uğur Mumcu'nun sözlerine kulak veriyor:
       "Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi.. Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.
       Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi...

      

       1993'te öldürülen Uğur Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu: "İktidar sahipleri vedikleri sözü tutsunlar!"
       Azer BORTAÇİNA

       Güldal Mumcu, Anasol - D Hükümeti'nin kurulmasıyla Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit'in odasına heyecanla girdi...
       Ecevit onu sıcak karşıladı.
       Güldal Mumcu, Ecevit'ten cinayetin aydınlatılması için ağırlığını koymasını istediğinde hayret verici bir yanıt aldı:
       "Ben, bana yapılan suikasti soruştururken duvarlarla karşılaştım. Uğur Bey de arı kovanlarına çomak sokmuştu Güldal Hanım."
       Güldal Mumcu'nun yüreği sıkıştı, sustu ve Ecevit'in odasından çıktı.
       Koşar adım merdivenlerden inerken, dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar'la suikastin hemen arkasından yaptığı konuşmayı da hatırladı. Mumcu, Ağar'a sormuştu:
       - Görüyorsunuz, olay bir yerde bitmiyor. Bir tuğla gibi, bir duvar gibi yükseliyor.
       - Altından bir tuğla çekerseniz yıkılır!
       - Çekin öyleyse Sayın Ağar.
       - Yapamam, mümkün değil.
       - Çekin altında kalsınlar.
       - Yapamam.
       - O zaman kenara çekilin. Bir çeken bulunur elbet ve siz de bu duvarın altında kalırsınız!
       Bu öylesine karışık bir yumaktı ki, Güldal Mumcu'nun aklına ister istemez eski günlerde kalan başka olayları da getiriyordu.
       Uğur Mumcu, Abdi İpekçi'nin katili ve Papa suikastinin tetikçisi Mehmet Ali Ağca dosyasında bir hayli yol aldığı sırada evinin kapısı çalındı. İçeriye giren CIA'nın "anlı şanlı" Türkiye İstasyon Şefi Paul Henze idi. Mumcu'ya, Ağca'nın Rus ya da Bulgar ajanı olduğunu yazması yolunda telkinde bulundu!
       Mumcu Henze'ye hışımla döndü:
       "Ben sadece araştırdığım gerçekleri yazmakla yükümlüyüm, gazeteciyim. Bulduğum gerçeği yazarım, söylenenleri değil."
       Hanze'nin yanıtı odaya bir bomba gibi düştü:
       "Eğer böyle yaparsanız, sizi güzel sürprizler bekler!"
       6 yıl sonra bir anı denizindeyiz Güldal Mumcu'yla. Anımsadıkları bir anlamda demokrasi tarihinin belgeleri. Örneğin "cinayeti devletin işlediğini, siyasi iktidarlar isterse bu işi çözeceğini" söyleyen DGM savcısı Ülkü Coşkun anımsanıyor. Coşkun'un bu sözleri üzerine Mumcu ailesinin açtığı dava. Adalet Bakanlığı müfettişlerinin yaptıkları incelemede "soruşturmada beklenen hassasiyeti göstermediği" gerekçesiyle disiplin cezası verilmesi. Ülkü Coşkun'un terfi etmesi. Üstüne üstlük Coşkun'dan sonra soruşturmayı yürüten savcı Kemal Ayhan'ın evinde ölü bulunması.
       Uğur Mumcu'nun öldürülmesinden sonra sıkça tekrarlanan "hesap soracağız" sözünü anımsadıkça Güldal Mumcu ister istemez öfkeleniyor: "Hesap soracağız demekle hesap sorulmuyor. Söz vermekle hiçbir şey yapılmıyor. İktidar sahibi olanların, güç sahibi olanların verdikleri söze uygun eylemde bulunmaları gerekmez mi? Bu yapılmıyor. Eğer temiz toplum gerçekten isteniyorsa yönetimde olanların, ülkeyi yönetenlerin bu doğrultuda hareket etmeleri gerekmez mi?"
       Güldal Mumcu tam burada duruyor. "Bir toplum bütün dokularıyla çürüyebilir mi?" diyor.
       Sonra sürdürüyor: "Hayır. Sağlıklı filizlerin birgün başvereceğine bütün kalbimle inanıyorum. Çünkü buna inanmamak yaşamı inkardır. Ben hiçbir zaman umutsuz olmadım. Yaşıyor olmak umudu içerir. Bir toplumun kendi haklarına sahip çıkabileceğine, sorular sorup, mücadele verebileceğine inanıyorum. Yeter ki bu arayış sürdürülsün. Bunun ötesinde birşey düşünemiyorum."
       Uğur Mumcu suikastinin üzerine çöken karanlığın aydınlatılması için yıllardır bıkıp usanmadan mücadele eden Güldal Mumcu ona bu mücadelesinde omuz vermek yerine cinayeti siyasete "alet etmek" isteyenlerle de karşılaştı.
       Kimileri ona milletvekilliği teklif etti, kimileri yılın kadını seçmek istedi.
       O hepsini reddetti. İstediği tek şey "Uğur'u kim öldürdü?" sorusunun cevabıydı.

       Nazım ALPMAN

       Özgür ve Özge Mumcu babalarının öldürülmesiyle ilgili olarak ilk kez konuşuyorlardı. 24 Ocak 1993'te 15 yaşında olan Özgür, şimdi hukuk öğrenimi görüyor. 11 yaşında olan Özge ise lise son sınıfa gelmişti...
       Babasının ölümü Özgür'ün 15 yaşındaki "çocuk hafızası"na kazınmış...
       Küçük Mumcu, detayları çok önemsiyor:
       "Babam otomobili en son cuma akşamı kullanmıştı. Cumartesi hiç evden çıkmamıştı. Pazar günü ben Bulutsuzluk Özlemi'nin konserine gitmek üzere 12.00'de evden çıkıyordum, babam arabanın lastiklerinde bir gariplik olduğunu, onları kontrol etmemi istedi. Bütün lastiklere birer tekme atarak, patlak olup olmadıklarını kontrol ettim. Lastikler sağlamdı."
       Cinayet sonrasında çıkan "Uğur Mumcu, arabasını eşi ve çocuklarından önce gidip çalıştırır, ondan sonra ailesini çağırırdı" yolundaki yazıların kafadan atılmış iyi niyetli yakıştırmalar olduğu için Özgür bunları anlatıyor:
       "Eğer her an suikaste uğrayacağını düşünse, oğluna araba lastiklerini tekmeletir miydi?"
       Özgür'ün takıldığı başka şeyler de var. Uğur Mumcu için bestelenen şarkılarda, bedeninin paramparça olduğu anlatılıyordu. Özgür, "babamın bedeni falan parçalanmadı, sadece sağ bacağı kopmuştu. Gözlüğü bile gözündeydi" dedikten sonra ekliyor:
       "Bunlar insanları gerçeklerden uzaklaştırıyor. Tutanaklar, raporlar dosyalarda duruyor. Herkes bunları okuyamıyor. Ama şarkıları dinliyor. Gerçeklerin yerini söylenceler alıyor, insanların kafalarında başka şeyler oluşuyor."
       Peki Uğur Mumcu, hiç önlem almaz mıydı? Çelik yelek giyiyordu, bir de tabancası vardı. Öldürülmeden bir ay önce, Özgür'le evden birlikte çıkmışlardı. İlk kez o gün Mumcu değişik bir yoldan şehre gidiyordu. Özgür bu durumu garipseyerek babasına sordu:
       "Niye böyle yaptın baba?"
       "Takip falan ediyorlarsa belli olur..."
       Bunun üzerine Özgür, endişesini bütün çıplaklığıyla dile getiriyor:
       "Seni öldürebilirler mi?"
       "Çok gürültü kopar, yapmaya cesaret edemezler her halde!"
       Cinayet günü Uğur ve Güldal Mumcu, hastanede yatan bir aile dostlarını ziyarete gideceklerdi. Özge de onlara katılacaktı, son anda vazgeçti. Özge o günü saniyelerine kadar anımsıyor:
       "Önce babam çıktı, saat 13.18'i gösteriyordu. Ardından annem çıktı. Ben de mutfağa girdim, müthiş bir patlama oldu. O anda elektrikler kesildi. Herhalde trafo patladı diye düşünüyordum. On dakika sonra İlhan Selçuk arayıp `Gerçek mi?' diye sordu. Ben, `Ne gerçek mi?' deyince, bilmediğimi anladı, `Tamam biz hallederiz' dedi ve kapattı. Ardından Arı teyze (İnan) aradı, o da bilmediğimi kavrayınca ilgisiz şeyler söyleyip kapattı."
       Meğerse o sırada tv'ler bant haber geçiyorlarmış. Evde elektrik olmadığı için Özge'nin hiç bir şeyden haberi yoktu. Sonra annesi ve arkasından bir dolu insan eve sökün edince neler olduğunu anladı.
       Özgür Mumcu, babasının ertesi günkü randevusuyla ölümü arasında çok sıkı bağlar olduğunu dünüyordu:
       "Babam Apo ile MİT arasında irtibat olduğu yolunda ipuçları tespit etmişti. Bu konuda müthiş heyecanlıydı. Eğer öldürülmeseydi üç gün sonra (27 Ocak) emekli savcı Baki Tuğ ile bu konuyu görüşecekti. Tuğ'un elinde bu yönde bilgiler olduğunu öğrenmişti. O da telefonda doğrulamıştı. Babam bir şeylere ulaşacağını hissediyordu."
       Milliyet arşivinde 13 klasöre ulaşan Uğur Mumcu dosyasını bir bütün olarak okuyup, üstüne Susurluk'u ekleyince cinayetin röntgeni bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Cinayeti çözmekle görevli olan mercilerin ters yöndeki direnciyle, kamuoyu duyarlılığı arasındaki ince çizgi sonuca ulaşacak en önemli "dengeyi" oluşturuyor.

       Ercüment İŞLEYEN

       Uğur Mumcu, Karlı Sokak'ta 24 Ocak 1993'te, 06 YR 245 plakalı Renault 12 marka otomobilde patlayan C -4 tipi plastik patlayıcıyla öldürüldü.
       Bugün, 24 Ocak 1999'da Mumcu'yu hala yanıtı bulunamamış çok sayıda soru, delillerle ilgili karmaşa ve soruşturmadaki "gariplikler dizisi" ile anıyoruz. Mumcu'yu katledenlerin geride bıraktığı ipuçlarını takip ederek, artık şu sorulara yanıt verilmesini istiyoruz:
       Mumcu, İbni Sina Hastanesi'nde tedavi gören arkadaşı Prof. Dr. Kazım Türker'i ziyaret etmek için evinden çıkıp otomobiline bindi. Kimi raporlara göre otomobilinin vitesini boşa aldığında, kimi raporlara göre ise kontak anatharını çevirdikten sonra aracının altına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu yaşamını yitirdi.
       Oysa Mumcu, daha bir gece önce eşi ve çocuklarıyla evine dönerken otomobilinin sola doğru kaydığını fark etmiş, lastiğinin patlamış olduğundan kuşkulanarak inip aracının altını kontrol etmişti. Bu yüzden sabah evden çıkan oğlu Özgür'e lastiklere bir daha bakmasını söyledi. Özgür, otomobilin yanına gidip lastikleri tekmeleyerek havasına baktı. Görünürde bir tuhaflık yoktu. Sonra konsere gitti. Bomba ya henüz konmamış, ya tekmelemeyle harekete geçmemiş ya da uzaktan kumandayla çalıştırılmıştı.
       * Bombanın ne zaman patladığı tam olarak bilinmediği için patlayıcının düzeneğiyle ilgili araştırma yapılamıyor.
       Emniyet Genel Müdürlüğü'nce hazırlanan 29.1.1993 tarihli ve 182/93 sayılı Kriminal Polis Laboratuvarı Daire Başkanı Muhittin Kaya imzasını taşıyan "gizli" ekspertiz raporuna göre, Mumcu'nun otomobilini havaya uçuran patlayıcı, yaklaşık 2 -2.5 kilo ağırlığında bir plastik bombaydı.
       Rapora göre Mumcu'nun yaşamını yitirmesine yol açan patlayıcı, DDX (Cyclotrimethylenetrinitramin) içeren Çekoslavak malı C -4 tipi patlayıcıydı.
       Aynı raporun ekinde patlayıcının ABD malı olduğu yazıldı. Çünkü Çekoslavak malı plastik patlayıcının adı Heşastit 95/5 idi. ABD ordu yapımı ve Türk Silahlı Kuvvetleri envanteri bulunan C -4 plastik patlayıcı, demir -çelik, köprü ve bina tahribinde kullanılıyor.
       * Uğur Mumcu'nun otomobiline konulan bomba Çekoslavak mı yoksa ABD yapımı mıydı?
       Dönemin Ankara Valisi Erdoğan Şahinoğlu, suikasttan sonra yaptığı açıklamada, "Mumcu'nun koruma istemediğini ancak oturduğu sokakta iki ayrı polis noktası ihdas edildiğini, hatta motorlu devriye ekiplerinin gayrı muayyen saatlerde sokağı kontrol ettiğini" söyledi.
       Ancak Tunus Büyükelçiliği önünde dönüşümlü nöbet tutan 4388/139893 yaka sayılı Polis Memuru Ahmet Tilav, 4641/138563 yaka sayılı Polis Memuru Remzi Kahraman ve Polis Memuru Kemal Akgün, olaydan sonra idari soruşturma için ifadelerini alan Başkomiser Mehmet Ünkesen ve Sivil Memur Nilgün Ataman'a Mumcu'nun evini bilmediklerini, o sokakta oturduğundan bile habersiz olduklarını anlattı.
       * Şahinoğlu'na da yanlış bilgi mi verilmişti?
       Mumcu'yla aynı apartmanda oturan DYP Ankara eski İl Başkanı Yunus Ertekin gece 02.00'de bir yakınını ziyaretten dönerken, sokakta farları açık park etmiş üç otomobil gördü. Ertekin, kendine yönelik bir suikasttan endişelenerek tedirgin oldu. Otomobillerde üçer kişi bulunuyordu ve hepsi erkekti.
       * Bu araçları polisler, motorlu devriye görevi yapanlar nasıl farketmedi?
       İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nce düzenlenen operasyonda İslami Hareket Örgütü militanları yakalandı. Suikastın görgü tanığı olduğunu öne süren Ayhan Aydın örgüt militanlarından Mehmet Ali Şeker ve Ayhan Usta'yı olay yerinde gördüğünü iddia etti. Tutanaklardaki tahrifat da böylece ortaya çıktı. Şeker'in yakalanma tutanağı 24 Ocak 1993, evine baskın yapılan tarih ise 26 Ocak olarak görülüyordu.
       İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün DGM'ye gönderdiği gözetim isteme yazısında da gözetim tarihi konusunda farklı günler belirtildi. Şeker ve Mehmet Candirek gözetim isteme tutanağına göre 23 Ocak, iddianameye göre ise 24 Ocak'ta gözaltına alındı.
       Aynı karışıklık sanık Usta'nın tutanağında da yaşandı. Tutanağa göre, Usta'yla onun yerini gösteren örgüt üyelerinden Mehmet Zeki Yıldırım'ın yakalanma tarihleri arasında kafa karıştırıcı bir fark vardı. Bunun üzerine Ankara DGM Savcısı Ülkü Coşkun, İstanbul'da evrak üzerinde inceleme yaptı. Çoşkun, Adalet Bakanlığına sunulmak üzere hazırladığı 21 sayfalık raporunda, söz konusu çelişkileri, "aşırı yorgunluğu ve uykusuzluğu dolayısıyla beşeri birer hata" olarak gösterdi. Tarih karmaşaları ve tutanak tahrifatları üzerindeki sis perdesi hala aralanmadı.
       * Mumcu suikastıyla ilişkilendirilen ancak delillendirilemeyen sanıkların ne zaman gözaltına alındığı niçin hala bilinmiyor?
       Mumcu'nun üzerinde çalıştığı son dosya Abdullah Öcalan'la MİT arasındaki ilişki üzerineydi. Öcalan, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okurken 31 Mart 1972'de dağıtılan "şafak bildirisi" nedeniyle 7 Nisan'da gözaltına alındı. Daha sonra hakkında herhangi bir delil bulunmadığı gerekçesiyle 1402 Sayılı Sıkıyönetim Kanunu'nun 16/1 maddesi uyarınca boykota katılmak eyleminden üç ay hapis cezası aldı ve dosyası kapandı. Öcalan, 24 Ekim 1972'de tahliye oldu.
       Öcalan'ın delil yetersizliği yüzünden bırakılmasında MİT'ten dönemin savcısı Baki Tuğ'a giden "bizim mensubumuzdur" yazısının neden olduğu öne sürülüyordu. Mumcu, Tuğ'dan arşivine bakıp bu belgeyi bulmasını istemişti. Tuğ, suikasttan sonra, "Apo gözaltına alındıktan sonra salıverilmesi için size talimat verildiği yolunda iddialar var bunlar doğru mu?" sorusuna şu yanıtı verdi:
       "O tür bir olay hatırlıyorum. Ancak Apo'yla mı ilgiliydi, başka bir mensupla mı ilgili onu çözemedik. Sayın Mumcu'ya da söylediğim şuydu: Bana böyle birşey gelmişti. Onunla ilgili mi değil mi bende resmi yazı olacak, dedim. O yazıyı ararken o olay oldu. Gelen yazı `dokunmayın' mealinde değil `bizim mensubumuzdur' şeklindeydi. Aradığım belge oydu. Belgede bir şahıs ismi var. MİT hesabına çalışan bir sanığın ismi. O belgeyi arıyorum. Onu bulursak Mumcu'nun aradığı düğüm çözülecek."
       Ancak Tuğ sonradan bu konuşmayı yalanladı ve böyle bir belgenin kendisinde olmadığını iddia etti.
       *Mumcu'nun, Tuğ'dan istediği belgeyle ilgili resmi soruşturma yapıldı mı?
       Uğur Mumcu 22 Ağustos 1942'de Kırşehir'de doğdu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi bitirdi. 1967 -69 yılları arasında Ankara Barosu'na bağlı avukat olarak çalıştı. 1969 -72 yılları arasında ise Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde İdare Hukuku Asistanı olarak görev alan Mumcu, 1974'te Yeni Ortam gazetesinde yazar olarak bir yıl çalıştı. 1975'te Cumhuriyet gazetesine geçti. Gözlem adlı köşesinde yazdığı makaleleriyle tiryakilik yarattı. Uğur Mumcu üniversite mezunu olmasına karşılık "sakıncalı" personel kabul edilerek askerliğini er olarak Ağrı'nın Patnos ilçesinde yaptı. Mumcu, bu dönemi "Sakıncalı Piyade" adlı kitabında anlattı. 1979'de Türk Hukuk Kurumu tarafından "Yılın Hukukçusu" seçildi. 1980, 1982, 1983 yıllarında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından İnceleme ve Röportaj ödülü, 1981 yılında Sedat Simavi Vakfı'nın Gazetecilik Ödülünü kazandı. Çok sayıda kitabı bulunan Mumcu'nun eserlerinden bazıları şunlardır: Suçlular ve Güçlüler, Bir Pulsuz Dilekçe, Silah Kaçakçılığı ve Terör, Ağca Dosyası, Papa Mafya Ağca, Terörsüz Özgürlük, Liberal Çiftlik, Devrimci ve Demokrat. Güldal Mumcu ile evli olan Uğur Mumcu'nun iki çocuğu bulunuyordu.


       Prof. Cavit Orhan Tütengil'in kızı Deniz Tütengil "Cinayeti işleyenler cezalandırılmadıkça bu ülkede mutlu yaşayamayacağız" diyor
       Ahmet TULGAR
       Yıllar önce "Benden yarına kalacak olan namusluca yaşanmış bir hayat, kitaplarım ve çocuklarım olabilir" diye yazmıştı.
       Yarına bir de kapanmayan bir dosya bıraktı.
       Biraz önce eşiğinden geçtiğimiz bu kapıdan 7 Aralık 1979 sabahı çıktı. Derse yetişecekti.
       Birkaç dakika sonra, uğursuz gürültüler kapıyı geçip içeri doldu.
       Öğrencileri dakikliğine hayran oldukları hocalarını beklediler.
       Otobüs durağına giden asfaltta Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil'in cansız bedeni yatıyordu.
       Dokuzdaki derse geç kalma telaşıyla yola çıkan babasıyla, şimdi şu etrafında oturduğumuz masada son kez kahvaltı edemediği için hayıflanan Deniz Tütengil, "Cinayeti işleyenler yakalanıp cezalandırılmadıkça babam o asfaltta yatıyor olacak" diyor. "Ve biz bu ülkede mutlu, huzurlu yaşayamayacağız."
       Prof. Tütengil, suikastlerin art arda geldiği günlerde "Sıra bizde galiba" dedikten 16 gün sonra, Levent'teki evinin az ötesinde çapraz ateşe tutularak katledildi.
       Tütengil'in ölümünün ardından savcılığa giden Deniz ve annesinin, "Buraya boşuna gelmeyin, bu olayın kökü çok derinlerde" dendiğinde katlanan acılarına, Tütengil'in malulen emekli edilmesi işlemleri sırasında dosyanın kayıp olduğunu öğrenmeleriyle derin bir umutsuzluk da bıraktı.
       Dosyanın bulunduğu haberini alıp Selimiye Kışlası'na koştuklarındaysa, başka bir davanın tutanaklarıyla karşılaştılar.
       "Belli bir noktadan sonra sevdiklerimiz için bir şey yapamamanın utancıyla yaşamaya başladık" diye anlatıyor Deniz Tütengil.
       Katillerin cezalandırılmamasının, gündelik yaşamlarına da yansıdığını söylüyor: "Oğluma 'Ehliyetsiz araba kullanma' dediğimde bana 'Önce dedemin katilleri cezalandırılsın' diye karşılık veriyor."
       Tütengil suikastine adı karışan iki eski ülkücü, Celal Adan ve Ali Doğan bugün politika sahnesinde. Adan, DYP İstanbul İl Başkanı, Doğan, ANAP Kahramanmaraş Milletvekili.
       Deniz Tütengil, bir benzetme yapıyor: "Kara paralar nasıl bankalarda aklanıyorsa, cinayet sanıkları da siyasi partilerde aklanıyorlar."
       "Doğu'nun Başbuğu" Yılma Durak da cinayetle ilgili takibata uğradı. Durak, "ÜGD Ocak Başkanı Recep Öztürk'e Tütengil'i öldürmesi için izin verdiğini" söyledi.
       Susurluk kazası olduğunda Tütengil ailesi umutla umutsuzluğu aynı anda yaşamışlar. Cinayetlerin aydınlanacağını düşünürlerken, kirli ilişkilerin aktörlerinin "Meclis kürsüsünden şerefli ilan edilmesi", "Türkiye sizinle gurur duyuyor" sloganlarıyla karşılanması yeni bir düşkırıklığı olmuş.
       "Susurluk'la kodlanan ilişkiler sevdiklerimizin kimler tarafından katledildiğini bir kez daha gösterdi. Ancak bu hesap verilmesine yetmiyor. Bizim neler hissettiğimizi anlamak için bir fırsat oluştu. İtalya'yla Apo krizinde, evlatları PKK tarafından öldürülen ana babalar haklı olarak çok acı çektiler. Biz de sevdiklerimizin katillerine sahip çıkılmasından acı duyuyoruz."
       Deniz Tütengil gözyaşlarını göstermek istemiyor. Kahve getirmek için içeri gidiyor.
       O zaman karşımızdaki kitaplığa ve Prof. Tütengil'in fotoğrafına bakıyoruz. Bilim adamı yazı masasında.
       "En önemli özelliği disiplini ve zamanı iyi kullanmasıydı" diye hatırlıyor kızı babasını. Ve sürdürüyor: "Saatini kürsüye koyar, derse başlar, son cümlesini söylediğindeyse zil çalardı."
       Sahi, Cavit Hoca son cümlesini söylemiş miydi?

       İçel'in Tarsus ilçesinde 1921 yılında doğan Cavit Orhan Tütengil, 1944'te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü, 1958'de İktisat Fakültesi'nin bitirdi. Köy Enstitüleri'nde öğretmenlik yaptı. 1960 yılında doçent, 10 yıl sonra da profesör oldu. Ziya Gökalp ve basın tarihi konusunda araştırmalar yapan ve çok sayıda yayınlanmış çalışması bulunan Tütengil, 1979 yılında öldürüldüğünde İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyoloji bilim dalı başkanıydı.
       Prof. Cavit Orhan Tütengil cinayeti hakkında İstanbul Siyasi Şube Müdürlüğü'nde açılan soruşturma dosyası önce diğer dosyalarla karıştı, ardından esrarengiz bir şekilde kayboldu.
       Tütengil cinayetiyle ilgili olarak gözaltına alınıp mahkemeye çıkartılan Recep Öztürk delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. Tekrar ifadesine başvurulması gerektiğinde ise çoktan yurtdışına kaçtığı anlaşıldı.
       Dönemin İstanbul Siyasi Şube Müdürü Tayyar Sever imzasıyla Sıkıyönetim Askeri Savcılığına yazılan "çok gizli" kayıtlı şu bilgi notu, yanıtlanması gereken soruları da ortaya koyuyor:
       "Yılma Durak'ın ifadesinde, ÜGD Ocak Başkanı Recep Öztürk'ün olaydan önce kendisine üniversiteden bir hocanın öldürülmesinin planlandığını söylediğini, kendisinin muvafakat ettiğini, ertesi gün Tütengil'in öldürülmesi üzerine Recep Öztürk ile yaptığı konuşmada onlar tarafından öldürüldüğünü Recep Öztürk'ten öğrendiğini beyan etmiştir. Bu beyandan sonradır ki Tütengil'in faili olduğu anlaşılan Recep Öztürk daha önce birçok öldürme ve yaralama suçlarından ötürü Sıkıyönetim Komutanlığı'na sevkedilmiş ancak her nedense tahliye edilmiştir. Tahliyesini müteakip yurt dışına kaçtığı için gerek Tütengil gerekse yeni belirlenmiş olaylardan ötürü sorgulu yapılamamıştır."



       İslam araştırmacısı Turan Dursun'un öldürüldüğü gün, ömrünü verdiği yayınlanmamış kitapları da evinden götürüldü ve bir daha bulunamadı.
       Örsan K. ÖYMEN

       O 1960'lı yılların unutulmaz aydın din adamlarının önde gelenlerinden biriydi. Turan Dursun yaşamı boyunca İslam dinindeki şeriat olgusunun baskıcı unsurlarına dikkat çekti. Hem çağdaş bir din adamı, hem de çağından sorumlu bir insan olarak Anadolu'yu bir baştan bir başa gezdi, bildiklerini anlattı. Turan Dursun, 4 Eylül 1990'da öldürüldüğü zaman kendisini tanıyan, çalışmalarını bilen insan sayısı konuya ilgi duyanlarla sınırlı iken cinayetten sonra bütün Türkiye onun yapıtlarını tanıdı.
       Turan Dursun'un öldürülmesiye ailesi sözcüğün tam anlamıyla bir yıkım yaşadı. Büyük oğlu Abit Dursun bütün bunlara rağmen, "Evet biz çok büyük acı çektik, ama hepimiz için daha büyük olan, olması gereken bir acı daha var. Bu acı Üçok'un, Mumcu'nun, Aksoy'un ve nice insanın katillerinin bulunamaması nedeniyle toplumun çektiği acıdır" diyor. "Babam Turan Dursun" adında bir de kitap yazan olan Abit Dursun babasını anlatırken: "O, İslam dininin en derin kaynaklarına ulaşmış, eski Arapçayı bilen, Kuran dili Arapçasını çok iyi bilen bir aydındı. Yıllarca araştırdı, sorup sorguladı. Bütün bunlar Türkiye'deki şeriatçıları ve Atatürk düşmanlarını elbete rahatsız etti" diyor.
       Abit Dursun cinayetin şoruşturulmadığına inanıyor: "Turan Dursun olayına baktığımızda olayın oluş biçimi ile soruşturmasına kadar akıl dışı bir sürü şey oldu. Yani bir soruşturma değil bir soruşturmama olayı var. 'Hata oldu' filan deniyor. O zaman ortaya şu çıkıyor. Olay özellikle ve bilerek soruşturulmuyor. Üstü örtülmesi istenen şeyler var."
       Abit Dursun, Turan Dursun cinayeti soruşturmasında aksayan önemli noktaları özetlerken insan bir kere daha hayretler içine düşüyor: "4 Eylül 1990'da Turan Dursun vurulduktan 40 -45 dakika sonra polis geliyor. Çok daha erken gelen siviller evi darmadağın ediyor. Birçok eseri ve çalışması siyah poşetlere konuluyor, onlar çıkarken de resmi giysili polisler içeri giriyor. Biz sivil polislerin götürdüğü eserleri ve çalışmaları Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvurarak istedik. Ama 9 yıldır bu girişimimizle ilgili hiç bir sonuç alamadık. Kuran ansiklopedisinin 2000 sayfası, 'Kulleteyn' isimli kitabın ikinci ve sonraki ciltleri yok. 'Kutsal Kitap ve Kaynakları' isimli basıma hazır 3 ciltlik çalışma da yok. Herşeyi götürmüşler. Bir yaşam boyu büyük emekle ortaya çıkarılan herşeyi. Bütün bunlar sivillerin eve girmesinden sonra kayboldu. Devlet içindeki bazı güçler, yasadışı devlet odakları bu eşyaları alıp gitti."
       Abit Dursun, aklına gelen olasılıkları şöyle sıralıyor: "Bu güç Hizbullah ile ilgili olabilir. Hem daha sonra İrfan Çağırıcı'ların Hizbullahçı çıkması da ilginç. Bence cinayet devlet olanaklarından yararlanan taşeron bir ekibe işlettirildi."
       Abit Dursun, İran bağlantısına da inanıyor. "Hizbullah 1980'li yılların sonuna doğru Batman'da örgütleniyor. Bu aynı zamanda Turan Dursun'un en fazla tehdit aldığı dönem. Son gelen ve canını en çok sıkan mektup da Güneydoğu'dan geliyor. Batman ekibinin yurt dışı bağlantısı İran."
       Bütün bunları konuştuktan sonra insan, Turan Dursun'u sevdiklerinden koparıp alan 1990 Eylül'ünden bu yana yaşananların bir kez daha anımsanması gerektiğini düşünüyor.
       Sivas'ın Şarkışla ilçesinin Gümüştepe Köyünde 1934 yılında doğdu. İmam olan babası onun ilkokula göndermedi. Aldığı din eğitiminden sonra ilkokulu dışarıdan bitirerek Diyanet kadrosuna girdi. 1965 yılında müftülüğü bırakan Dursun TRT'de çalışmaya başladı. 1989 'da haftalık 2000'e Doğru Dergisi'nde yazı yazmaya başladı. Öldürüldüğünde yetişkin üç çocuk babasıydı.

       TURAN Dursun, Koşuyolu'ndaki evinden çıktıktan sonra iki kişi tarafından susturucu takılmış silahlarla vurularak öldürüldü.
       Cinayet sonrasında Turan Dursun'un evinde kütüphanesinin raflarında duran çok şeyin kaybolduğu anlaşıldı. Yatağının üzerine ise "Kutsal Terör Hizbullah" kitabı bırakılmıştı. Yakınları kitabın Dursun'a ait olmadığını, eve giren kişiler tarafından bir "mesaj" olarak bırakıldığını söyledi. İstanbul Emniyet Müdürlüğü, evde polislerin arama yaptığını doğruladı ancak "arama tutanağı"nda kitaplıktan alınanlar yer almadı.
       Cinayetle ilgili operasyonda yakalanıp tutuklanarak DGM'ye çıkartılan 15 sanık ilk oturumda tahliye edildi.
       Ardından cinayetle ilgili İstanbul DGM'de iki ayrı dava görülmeye başladı. Davalardan birinde örgütün üst düzey yöneticileri Kudbettin Gök, Mehmet Ali Şeker, Mehmet Zeki Yıldırım, Ekrem Baytap'ın da aralarında bulunduğu 25 sanık yargılanıyor.
       Bu dava sürerken 1996 yılının Mart ayında İslami Hareket Örgütü lideri İrfan Çağırıcı yakalandı. Çağırıcı ve 12 arkadaşı da DGM'de yargılanmaya başladı. Ancak iki iddianamede birbiriyle çelişen unsurlar dikkat çekiyor. İlkinde Gök ve Şeker'in terkettikleri araçta bulunan Lama marka tabancanın Dursun'un öldürülmesinde kullanıldığı belirtiliyor. İkinci iddianamede ise cinayetin sanığı olarak gösterilen İrfan Çağırıcı'nın suç ortakları arasında Gök ve Şeker'in adı geçmiyor.


       ODTÜ öğretim üyesi Necdet Bulut'u kurşunlayanlar, "Ölümünde doktor hatası vardır" diye rapor verilince, adam yaralamaktan birkaç yıl yatıp çıktılar
       Bilge EGEMEN

Başlarken...
       TRABZON'da bir adam. Nar çiçeği renginde 06 plakalı Renault otomobiliye bir oraya bir buraya gidiyor. Dostluklar kuruyor. Dans etmeyi, güzel giyinmeyi, gülmeyi ve insanları seviyor. Nar çiçeği rengindeki otomobil insanları ürkütecek kadar hareketli. Yorulmak nedir bilmiyor. Adam kente yeni gelmiş. O kente alışıyor ama kent ona bir türlü alışamıyor.
       Adamın kente gelişinin dördüncü ayında otomobil, 28 kurşunla eleğe dönüşüveriyor. Eleğin içindeki adam, karısı ve oğlu kana bulanıyor.
       Bu hikayenin dramatize edilecek bir tarafı yok. Hikayenin kendisi dram. Adam, Necdet Bulut. Tarih 26 Kasım 1978 ve Bulut 40 yaşında.
       Bulut, jeoloji mühendisi. Burs alarak gittiği ABD'den oğlu Yiğit ilkokula başlamak üzereyken Türkiye'ye dönmüş Karısı Amerika'da kalmayı seçmiş. Ayrılmışlar. Bulut, ODTÜ'de öğretim görevlisi olmuş.
       Neşe Erdilek de o sıralarda ODTÜ'de sosyoloji öğrencisiymiş. Makyaj yapmayı, dans etmeyi, çiçekli renkli elbiseler giymeyi reddediyormuş. Solculuk biraz da böyle asık suratla ifade edilir zannediyormuş. Ta ki birkaç yıl sonra Necdet'le tanışana kadar.
       Neşe, Necdet'le savunulan düşüncelerin güzellikleri yaşamaya engel olmadığını öğrenmiş. Cızır cızır öten plaklar eşliğinde Necdet'le sabahlara kadar dans etmiş. Bir ay içinde evlenmeye karar vermişler.
       Necdet Bulut ODTÜ'de olmasına rağmen haftanın bir günü Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde ders veriyormuş. Rektör Erdem Aksoy, onun okulda bir bilgisayar merkezi kurmasını istemiş. Bulut da ODTÜ'den bir yıl izin almış, Neşe ile evlenip Trabzon'a gitmiş.
       Üniversite onlara sahil tesislerinden iki oda veriyor. Necdet hemen çalışmaya koyuluyor. TİP'in Trabzon il örgütünü kuruyor.
       Tabii o sıralar Trabzon da boş durmuyor, cadı kazanı gibi fokur fokur kaynıyor. KTÜ'de saldırılar oluyor, öğrenciler vuruluyor.
       Bulut, 26 Kasım'da Neşe ve Yiğit'le eczacı bir arkadaşlarının evine yemeğe gidiyor. Gece 24.00'te eve dönerlerken tali yola dönmek için yavaşlıyor. Karşılarına 7 -8 kişilik bir grup çıkıyor. Neşe, farın aydınlattığı kaşkola sarılı bir yüz seçiyor. Hemen ardından da adamın silahını doğrulttuğunu... İki yandan kurşun yağmuru başlıyor. Neşe, kocasına "Gaza bas!" diye bağırıyor. Necdet, karnının sol tarafından, Yiğit topuğundan, Neşe de kalçasından yara alıyor. Necdet gaza basıyor. Yolun bir tarafı uçurum ve deniz, diğer tarafı dağ. Virajları döne döne, kan fışkırtarak yaptıkları bu yolculuk bitmek bilmiyor.
       Böbreği parçalanan Necdet'i ancak 24 saat sonra ameliyata almışlar. Necdet 12 gün sonra ölmüş.
       Tetikçilerin bir kısmı yakalanmış, Neşe, Mithat Şimşek'i teşhis etmiş. Necdet'in ölümünde doktor hatası olduğuna dair mahkemeye bir rapor sunulunca sanıklar adam yaralamaktan birkaç yıl yatıp çıkmışlar.
       Necdet'le bulutların üzerinde dans edip, gülen Neşe, küt diye yere düşüvermiş. İkinci evliliğini yürütememiş ve 2 yıl önce boşanmış. Necdet'in hala kocası olduğuna inanıyor. Dört aylık kocası 20 yıldır beynini işgal ediyor. Kocasının gerçek katillerinin kim olduğunu merak ediyor. Neşe'nin soruları, acıları gökyüzünü kaplıyor.
       1938'de Sivas Gürün'de doğdu. İstanbul Üniversitesi'den jeoloji mühendisi olarak mezun oldu. Askerlik hizmetini Genelkurmay'da yaptıktan sonra 1965'te burs alarak ABD'ye gitti. Purdue Üniversitesi'nde bilgisayar üzerine doktora yaparak, bilgisayar doktoralı ilk Türk oldu. Türkiye'ye döndükten sonra ODTÜ'de öğretim görevlisi oldu. Bilgisayarı yaygınlaştırmak amacıyla Bilişim Derneği'ni kurdu. TÜTED ve TÜMÖD'ün kuruluşunda ve yönetim kurullarında yer aldı. ODTÜ Akademik Konseyi'ne üye oldu. 1977 seçimlerinde TİP'in İzmir adayı oldu.

       Necdet Bulut vurulduktan bir hafta sonra Pol -Der Trabzon Şubesi Başkanı, TİP İl Başkanı Işıkhan Gündüz'ü aradı ve Necdet Bulut'a yönelik saldırıyla ilgili açıklamalarda bulunacağını söyledi. TİP il Başkanı ile Pol -Der Başkanı parkta buluşmaya karar verdi. Ancak Pol -Der başkanı randevuya gelirken yolda vurularak yaralandı. Hastanede kendisine geldikten sonra TİP İl Başkanı ile görüştürülmedi. İyileştikten sonra da kimseyle görüşmesine izin verilmeden gizlice başka bir yere sürüldü. Pol -Der başkanı ne anlatacaktı?
       Pol-Der'li polisi vuranların kim olduğu ise hala bilinmiyor.
       Necdet Bulut'un vurulmasından sonra olay yerine giden polislerin topladığı boş kovanlar daha sonra kayboldu. Boş kovanlar kimler tarafından ortadan kaldırıldı?
       Necdet Bulut'u Trabzon'da kimse tanımıyordu. Eşi, "vur" talimatının Ankara'dan geldiğinde ısrar ediyordu. Olaydan sonra yakalanan sanıklara saldırı emrinin kimden geldiği ne polis sorgulamasında ne mahkeme aşamasında soruldu.Neden?
       KTÜ Rektörü Erdem Aksoy, otomobiline iki kez bombalı saldırı yapıldıktan, Rektörlük binası kurşunlandıktan sonra dönemin Başbakanı Bülent Ecevit'i ziyaret ederek, "Kentte yaşanan olaylarda sağ görüşlü olarak bilinen Vali'nin
       göz yummasının etkisi var. Önlem alınsın" dedi. Bu görüşmeden bir ay sonra da Necdet Bulut vuruldu. Vali hakkında neden idari soruşturma yapılmadı.