The Others Beyoğlu yaşarsa İstanbul yaşar

Beyoğlu yaşarsa İstanbul yaşar

18.10.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Beyoğlu yaşarsa İstanbul yaşar

Beyoğlu yaşarsa İstanbul yaşar

Böyle çarpıcı ve düşünceyi tahrik eden bir sergiyle açılması, Borusan Kültür Merkezi'nin geleceği için umut verici. Sanatçı - izleyici - küratör - kültür kurumu ilişkisi sağlıklı kurulduğu zaman, ne kadar gelişeceğimize bir örnek. Beyoğlu şimdi daha heyecan verici.

Borusan Kültür ve Sanat Merkezi, önemli mesajı olan bir sergiyle açıldı

"Sanki sanatçı olmak için Beyoğlu'na gelmek, o kahvelerdeki küçük kalabalıklara sanatçı kişiliğini onaylatmak gerekiyordu..."
Galeri Alfa'nın geçtiğimiz ay üçüncü baskısını çıkarttığı o eşsiz fotoğraf kitabı "Beyoğlu 1930" için yazdığı önsözde Sabahattin Kudret Aksal'ın bu sözlerini aktaran Demir Özlü, kuşaklar boyu alevin cezibesine kapılan kelebekler gibi Beyoğlu'nda dönüp duran Türk sanatçılarının kentle ilişkilerine değindikten sonra, yazısını çarpıcı bir cümleyle bitiriyor: "Beyoğlu'nun ölümü İstanbul'un ölümüdür."
Geçen gün Beyoğlu'nda Borusan Kültür ve Sanat Merkezi'nin açılışını izlerken, bu sözlerin başka bir bileşimi geçti aklımdan: "Beyoğlu'nun yaşaması, İstanbul'un yaşamasıdır."
Bir zamanlar İstanbul'un Batı'ya açılan penceresi, kozmopolit Levanten/Doğu Akdeniz kültürünün merkezi olan Beyoğlu, son yıllarda bir rönesans yaşıyor; Paris'in Bastille, Londra'nın da Soho/Piccadilly semtlerini aratmayacak bir enerji merkezine dönüşüyor yeniden. Kelebeklerin etrafında döneceği bir çok ateş var artık. Sabahattin Kudret Aksal'ın sözleri bugün daha da geçerli; sanatçı olmak için - kültürle beslenmek için - Beyoğlu'na uğramak bugün daha da gerekli. Ve uğranacak yerlerin sayısı her gün çoğalıyor. Yüzyılın başında Levanten burjuvazinin inşa ettiği ve sonra karanlığa terk edilen binalar bugün finans burjuvazisi tarafından birer birer aydınlatılarak tekrar kapılarını açıyorlar.
Şimdi bunlara bir yenisi eklendi. İstiklal Caddesi 421 numarada her şeyden önce, Borusan Grubu'nun 1993 yılında kurduğu Borusan Oda Orkestrası kendine bir ev buldu. Hem de dinleti/konferans salonu bulunan, prova ve çalışma imkanları sunan bir ev. Şef Saim Akçıl yönetimindeki bu değerli orkestranın piyanist Gülsin Onay'a eşlik ettiği ve açılışta davetlilere hediye edilen Mozart/Tchaikovsky CD'si yeni bir konser serisinin ilk albümü ve gelecek güzelliklerin mutlu habercisi.
Borusan Kültür ve Sanat Merkezi ayrıca müzik alanında önemli bir hizmet verecek: Klasik müzik ve caza ağırlık veren bir müzik kütüphanesi Merkez'in iki odağından biri. Referans kitapları, CD - ROM'lar, notalar ve ikibin CD'lik arşiviyle, internet cafesiyle, bilhassa gençlerin uğrak yeri olacağı kesin. Açık Radyo ile işbirliği içinde, caz ve klasik müzik dinletileri, senimerler, atölye çalışmaları, video ve film gösterileri tasarlanıyor.
Merkez'in diğer odağı da, Borusan Sanat Galerisi. Asıl üzerinde durmak istediğim de, bu galerinin açılışını yapan sergi.
Küratörlüğünü Beral Madra'nın yaptığı serginin adı AYNI'lık ve AYRI'lık: Gelenekten Postmoderne Sanat Yapıtlarına Bir Bakış ve 14 sanatçının işlerinden oluşuyor; bambaşka kuşaklardan, bambaşka estetik anlayışlardan gelen, kimi de çoktan aramızdan ayrılmış olan bu sanatçıları bir araya getirmedeki kavramsal netlik, yalınlık ve ustalık için Beral Madra'yı kutlamak gerekiyor.
Tamamen kişisel açıdan, sanat uzmanı olmayan birisinin öznel bakışıyla, Türkiye'de en sevdiğim on sanatçıyı saymam istense, zaten bu grup dışında çok fazla isim aramam gerekmeyecekti.
Ama bu sanatçıları neden sevdiğimi bu sergiyi görünce daha iyi anladım. Hem kuşaklar ve işler arasındaki ilişkiyi, hem de her sanatçının gelenekle olan farklı ilişkisini, son derece basit ve zarif bir müdahaleyle düşünsel bir açılıma dönüştürmüş, Türkiye'de çağdaş sanatın önemli bir sorunsalını da elle tutulur hale getirmiş Beral Madra.
Her sanatçının işinin yanına, sanat geleneğimizden bir temel eserin fotoğrafı yerleştirilmiş. Bir halı, bir çini, bir hat örneği, bir kubbe ya da bir minyatür, tamamen çağdaş sanatın ölçüleriyle üretilmiş yapıtlarla aynı teraziye konmuş.
Sonuç, geçmişle bugün ve gelenekle modern arasında tam bir eşitlik ve sonsuz bir farklılık; sarsıcı bir AYNI'lık ve AYRI'lık. Özgürleştirici bir eşdeğerlilik. İsterseniz kopuş, isterseniz devamlılık. Seçim sizin.
Zaten sanatçıların hepsi de bu alanda kendi seçimlerini yapmışlar. Kimi gelenekten bilinçli faydalanmış; kiminin gelenekle koşutluğu tamamen irade dışı. Ama Beral Madra'nın yorumu, zorlamacı değil. Hiç bir sanatçıyı istemeyeceği bir kalıba ve tanıma zorlamıyor; sadece ilginç bir önerme yapıyor, o kadar.
Ve böylece bugün Türkiye'de politikanın ve kültürün karşılıklı eksildiği demagoji zeminini de, bir halı gibi çekveriyor ayağımızın altından: Taklitçi, tutucu, Batı'cı, gerici, özüne dönmek ya da özüne ihanet gibi hasta, patolojik kavramların hepsi geçersiz kalıyor bu sergide.
Hat sanatını tanımak Sabri Berkel'in soyut motiflerini okumakta zenginleşitiriyor sizi, ama tabloları sevmek için asla hat bilmek zorunda değilsiniz. Tasavvuf bilmek Murat Morova'nın eşsiz güzellikteki camaltı işlerinin kavramsal zenginliğini anlamanıza yardımcı, ama sanatçının çağdaş yarıtıcı enerjisini tatmak için şart değil.
Ama Madra'nın yorumu bir sorunsalımızı da çarpıcı şekilde ortaya koyuyor. Bugün Francis Bacon'un modern insan bedenlerinin kıvrandığı herhangi bir triptik işini okumak için, Batılı bir sanat izleyicisinin, yanında azizlerin acı çektiği bir dinsel tasvir görmesi gerekmez. Zaten onunla beslenmiştir. Kültür düzeyi ölçüsünde belleği kıpırdar.
Türkiye gibi geçiş ve kopuş toplumlarında ise, geçmişin okunamazlığı ağır bir kişisel, giderek toplumsal çaba yüklüyor hepimize. Bu çabayı bağnazlık, tembellik yahut tepkiyle körleştirdiğimiz sürece, demokrasi de, çağdaş sanat da hakettiği atılımı yapamayacak bu ülkede.
Böyle çarpıcı çağrışımlar yapan ve düşünceyi tahrik eden bir sergiyle açılması, Borusan Kültür Merkezi'nin geleceği için umut verici. Sanatçı - izleyici - küratör - kültür kurumu ilişkisi sağlıklı kurulduğu zaman, ne kadar gelişeceğimize bir örnek.
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı gibi büyük toplar damarların yanısıra, daha küçük kültür kurumlarının oluşturduğu kılcal damarlara da ihtiyacımız var, çünkü özellikle gençler buralarda besleniyor. Aksanat bir örnekti; şimdi de Borusan var.
Borusan Kültür Merkezi'nin Genel Müdürü Sami Caner "Amaç Aksanat'la rekabet değil, birlikte bir sinerji yaratmak" derken çok önemli bir noktaya değiniyordu ve bana geçenlerde okuduğum, Germaine Greer'in sözlerini hatırlattı:
Toplum, hareketsiz bir piramit olmamalı. Toplumu, enerji merkezleri çevresinde sürekli oluşan ve yeniden oluşan bir galaksi gibi düşünmeliyiz. Bu merkezlerin de sürekli yeniden tanımlanması, kıvılcımlanması lazım.
Enerji merkezi Beyoğlu yeni bir kıvılcımla canlanırken, şiddetli yağan yağmur altında, sadece felaket günlerinde hatırladığımız varoşları düşünmeden edemedim. Keşke oralarda da böyle kültür evleri açılsa, o semtler de besleyici damarlar bulup kangren olmaktan kurtulsalar. O günler de gelecek, mutlaka gelmeli. Hiç bir megapol, tek merkezle yetinemez.
Beyoğlu 1930 kitabındaki nefis fotoğraflara bakarken hiç "ah nerede eski günler" nostaljisine kapılmadım. Tersine, Profesör Stefanos Yerasimos gibi ben de, İstanbul'un yeni, çağdaş, renkli kimliğini bütün mega sorunlarına rağmen 1930'lara kıyasla daha ilginç buluyorum. Beyoğlu 1997 daha heyecan verici.
Borusan Kültür ve Sanat Merkezi'ne başarılar.