The Others Bir "tekerrür nevrozu"

Bir "tekerrür nevrozu"

09.12.1999 - 00:00 | Son Güncellenme:

Bir "tekerrür nevrozu"

Bir tekerrür nevrozu


Türkiye ile Avrupa'nın birbirleriyle ilgili söylemi 19. yüzyıldan beri değişmedi


       Paris Üniversitesi öğretim üyesi ve Paris'teki Türk - Osmanlı Tarih Araştırmaları Merkezi mensubu Prof. Nora Şeni'nin geçen ay Fransa'nın saygın gazetesi Le Monde gazetesinde yayımlanan yorumu, 19. yüzyıldan bu yana Türkiye - Avrupa ilişkilerini irdeliyor.

       "Kuvvetle ümit etmekteyim ki bütün tebamın mutluluğu için aralıksız sürdürdüğüm çabalar beklenen başarıya ulaşacaktır ve bundan böyle büyük Avrupa Ailesi'nin bir üyesi olacak olan imparatorluğumun uygar milletler topluluğu içinde önemli bir yer tutmayı hakettiği tüm dünyaya kanıtlanmış olacaktır."
       Bu satırlardaki "imparatorluk" ve "teba" kelimelerinin yerine "cumhuriyet" ve "vatandaşlar" sözcükleri kullanılsa, 1855 yılında Sultan Abdülmecid'in Fransa Büyükelçisi'ni ağırlarken yaptığı bu konuşmayı, bugün yapılmış, örneğin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in bir beyanı sanmak, Türkiye'nin temel tercihlerini hatırlatan, Avrupa'ya girme iradesini yineleyen bir ifade olarak okumak mümkün.
       Türkiye'nin Avrupa ile ilişkilerini ifade ederken kullandığı söylem, bu söylemin kelime haznesi, mecazları ve imgeleri 19. yüzyılda yerleşti. Ve o zamandan bugüne değişmeden ve taraflara aynı rolleri dağıtmaya devam ederek sürüyor. Türkiye'nin "Avrupa ailesi" içinde, "uygar milletler topluluğu"ndaki yeri, o zamandan bugüne aynı süslü cümlelerle sorgulanıyor, o zaman kullanılan mecazlar bugünkü Türkiye'nin siyasal imgeler haznesindeki yerini koruyor. Buna paralel olarak, Avrupa'nın Türkiye'ye hitap tarzı da 1855'de almış olduğu şekli muhafaza ediyor.
       Bir yanda 1855'deki haliyle Osmanlı İmparatorluğu: Devlet yapısının köhneliğinin bilincinde ve kurumlarının eskiliğine kurban gitme korkusunun içinde. Bugün ise tarihin dönemeçlerini kaçırmaktan korkan ve kendi karanlıklarına gömülme tehlikesini hisseden bir Türkiye. Karanlıklara doğru çeken kuvvet rolünde, 19. yüzyılda olduğu gibi bugün de köktendincilik, Siyasi İslam. Bütün bu kurguya bir mecaz hakim: kaçırılıp arkasından bakakalınabilecek bir tren, "modernlik" treni.
       Öte yanda: 1855'de "dostça anlaşma"nın ("entente cordiale") Avrupası, yani Kırım Savaşı'nda Osmanlı'nın Rusya'ya karşı müteffikleri olan İngiltere ve Fransa; SiyasŒ ve sanayi devrimlerinin gençleştirmiş olduğu, sahip olduğu "medeniyet"i, diğer kıtalara taşıma sabırsızlığında olan bir Avrupa. Bu Avrupa Türklere yardım etmeye kararlıdır, amacı Rusya'yı, parçalanacağını umduğu Osmanlı topraklarının doğal varisi olma iddiasından vazgeçirmektir. Bu Avrupa Osmanlı devlet kurumlarının yenilenmesine 1839'dan beri katılmaktadır.
       Ancak şartlar ileri sürmektedir: Bab - ı ¶li'nin kişi haklarını tanımasını; tebanın, din farkı gözetmeksizin eşitliğinin sağlanmasını istemektedir. O zaman Paris ya da Londra'dan himƒye edilmesi gereken grup, Osmanlı İmparatorluğu'nun hıristiyanlarıdır. Bugün, cumhuriyet ve vatandaşlık devrinde Avrupa Birliği'nin koyduğu şartlar, Türkiye'de insan haklarına saygı gösterilmesi ve demokratikleşme sürecinin tamamlanması (işkencenin, fikir suçunun kaldırılması, Kürt sorununa askerŒ - olmayan bir çözüm getirilmesi, vs) yönündedir. Burada Avrupa'nın "dikkat odağı - mağdur cemaat" rolünde Kürtler, Doğu Hıristiyanlarının yerini almıştır.
       İlişki biçimlerinin böyle değişmeden sürmesi, bu değişmezliği bir nevrozun (çift nevrozunun) belirtisi gibi sorgulamayı gerektiriyor; saklanan, telaffuz edilmeyen, sükut altında korunan gerçeklerin üzerine yerleşmiş "yanlış anlaşılmalar"ın sorgulanması gerektiği gibi. Ve sonuçta cevabı bulunması gereken sorunun şu olduğunu bilerek: Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne mensup olma arzusunun dışında, bir iç dinamiği var mıdır? Onu demokratikleşmeye iten, dağınık demokratikleşme iradelerini toparlayabilme kabiliyetine haiz bir iç güç mevcut mudur?
       12 Ekim'de, genişleme konusundaki raporunda AB Komisyonu Türkiye'ye aday statüsünün tanınmasını "tavsiye" etti. Helsinki Zirvesi bu teklifi kabul ederse Türkiye'yi adaylık statüsünden dışlayan 1997 Lüksemburg Zirvesi'nin açtığı yara kapanacaktır. 12 Ekim'den beri, Ankara ve İstanbul'da, siyaset ve medya erbabını durumun acilliği bilinci sardı.
       Brüksel'in tavsiye kararının ertesi günü Ankara, o zamana kadar seslerini hükümete pek duyuramayan insan hakları derneklerini, militanlarını, akademisyenleri resmŒ bir toplantıya davet etti. Bu toplantıyı herhalde, samimi bir "kendi kendini ikna" merasimi ile, Avrupalı seyirci için sahneye konulmuş bir girişim arasında tereddüt eden bir olay olarak görmek mümkün.
       Zaten insan hakları ve demokrasi konusunun Türkiye'de nasıl hƒlƒ Avrupa'ya giriş sorunsalı yörüngesinde seyrettiğine ikna olmak için bu toplantıya çağıran mercinin adını telafuz etmek kƒfi: İnsan Hakları ve AB ile İlişkilerden sorumlu devlet bakanlığı.
       19. yüzyıl Avrupası, Osmanlı İmparatorluğu'nun "açılma" girişimlerini ciddiye almayı ve açılan gedikden içeri girmeyi seçmişti. Osmanlılar o yüzyılda, Avrupa başkentlerinde devamlı sefaret bulundurmaya tenezzül etmeyecek kadar içine kapanmış bulundukları "muhteşem tecrit"i yeni yeni terketmeye başlamışlardı. İmparatorlukları Avrupa'nın coğrafya ve kimlik sınırını oluşturmaktaydı. Avrupa için ise "Türk" (ki bu terim, pek ayırmadan Arapları, Acemleri ve bütün Türkçe konuşanları da içerebiliyordu), radikal ve üstesinden gelinemeyecek bir "ötekilik" ifade ediyordu.
       Şimdi, Avrupa'nın hafızasında bu "kadim öykülerden, eski rol dağılımlarından" hiçbir iz kalmamış gibi davranmak yanlış. Aksine, telaffuz edilmemelerine rağmen bunların toplum belleğinin ve müşterek bilincin bir parçası olduğu varsayımından hareket etmek gerek. Dolayısıyla Türkiye imajını, demokrasiye ters düşen tüm davranış ve zihniyeti temsil eden bir imge haline getirmemek için, Avrupa'da fazladan bir (rasyonal ve entellektüel) dikkat ve gayret sarfetmek gerekli.
       Bu durumda kurumlara güvenmek mümkün. Kurumların, AB'nin bürokratik ve hukuksal kurallarının değişken ruh halleri yoktur. Bu kurallar bir kere kabul edildikten sonra otomatik olarak işlerlik kazanır, normatif ve homojenleştirici etkilerini kapsadıkları merciler üzerine yayar. Dolayısıyla Türkiye'ye ilgi duyuluyorsa bu ilgiyi ifade etmenin bir yolu da bu ülkeyi Avrupa kurumlarının "mecbur edici" çerçevesi içinde muhafaza ederek, salgıladıkları (demokrasiyi de ilgilendiren) mantığın bu ülkeye yayılmasını sağlamaktır.