The Others Hukuk devleti değiliz!

Hukuk devleti değiliz!

13.10.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Hukuk devleti değiliz!

Hukuk devleti değiliz


Büyükelçi Gözüyle Anılarla AB yolculuğu / 3


       Hukuk devleti olmak için kanunların, vatandaşlara eşit uygulanması, çağdaş olması ve kamu vicdanını yansıtması gerekir. Bu yüzden Türkiye hanüz bir hukuk devleti değil. Bir örnek vermek istiyorum: Bir ara Türkiye'nin Dokuzuncu Cumhurbaşkanı'nın yeğeni polis tarafından aranıyor ve bulunamıyordu. Bunun gazetelerde manşet olduğu gün o şahıs, Ankara Kavaklıdere Tenis Kulübü'nde bir süre oturduktan sonra Esenboğa'da VIP salonundan geçerek İstanbul'a gitti. Buna hukuk devleti uygulaması diyebilir miyiz? İngiltere'de müteveffa Prenses Diana, Singapur seyahatinden dönüşte gümrükte durduruldu ve kolundaki saatin yeni olup olmadığı soruldu. "Yeni" cevabı alınınca saatten gümrük alındı. İşte "hukuk" devleti budur.
       Bazı uluslararası sözleşmeler TBMM'den 5 - 10 dakikada geçer. Amerikan Senatosu ise günlerce uzmanları dinler, görüş alır ve öyle onaylar. İşte "Senato" buna denir.

       Başbakan'dan Yargıtay'a rica
       Ben başbakanların Yargıtay'a telefon ederek, yurtdışında yankı getirebilecek kararların, Türkiye ile ilgili uluslararası platformda alınacak kararlar sonrasına ertelenmesini rica ettiklerine şahit oldum. O Başbakan'ı kınamıyorum. Çünkü gerekliydi. Ama o yasaları değiştirmeyenleri kınıyorum.
       Meslektaşım Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıcı Rıza Türmen kaç defa, Türkiye'nin insan hakları alanında imzaladığı ve onayladığı sözleşmelerin, "İç hukuk mevzuatı olarak kabul edilmesi ve uygulanmasının gerekliliği"nden sözetti. Ama Türkiye imzasının arkasında durmuyor.
       Uluslararası planda yankı getiren ve Türkiye'nin yüzkarası sayılan Yaşar Kemal ve benzeri birçok dava, gayretkeş savcılar tarafından mahkemeye götürüldü. Adalet Bakanı, savcılara bir genelge göndererek, "mevcut yasaların uluslararası sözleşmeler ışığında uygulanması"nı isteyemez mi?
       Ben büyükelçi olarak bu yolda telgraflar çektim. Adalet Bakanı'ndan rica ettim. Kimse bana, "Savcılara genelge yapılamaz" demesin! Yapıldığını biliyorum. Örnek mi istiyorsunuz: Öcalan davası öncesinde savcılara bir genelge yayınlandı ve yasaları sıkı bir biçimde uygulayın dendi. Esasında savcılara yasalara uygulamayı hatırlatmak biraz ayıp değil mi?

       İşkenceye göz yumuluyor!
       Türkiye'nin yüzünü kara yapan işkence değil; yapanlara devletçe ve mahkemelerce göz yumulmasıdır. Bir Manisa davası, bazı davaların adeta bir sirk gibi şehirden şehire dolaştırılması ayıp değil mi? Bir insan hakları toplantısında Amerikan büyükelçisi bağıra bağıra yüzüme bakarak, "Amerika'da işkence vardır ve yapanlar yakalanınca cezalandırılır, ödüllendirilmez" dedi.
       "İşkence her yerde var" diyerek bu konudan kaçmak mümkün değil. "Türkiye'de yargı bağımsızdır" demek ise hiç mümkün değil. Çünkü Anayasa Mahkemesi Başkanı, Yargıtay Başkanı, hakimler bağıra bağıra "bağımsız değildir" diyorlar. Ben, birçok yabancı meslektaşımla konuştum. Kimse Türkiye'de yargının bağımsız olduğuna inanmıyor. Lütfen, gelen heyetlerin nazik ifadelerle, "Türkiye iyi yolda" falan demelerine kanmayınız! Çünkü aralarında ne konuştuklarını biliyorum. Bana anlatıyorlar.

       Cem'in savunması
       AGİT İstanbul zirvesi yapılmadan önce dönem başkanı ve Norveç Dışişleri Bakanı Knut Vollabaeck 22 Ağustos tarihinde İstanbul'a ve bilahare Ankara'ya geldi. İstanbul'da Sayın Cem'in verdiği yemekte Norveç Dışişleri Bakanı, depremin AB'de büyük bir sempati uyandırdığını öğrendiğini, birtakım temaslar yaptığını ve Helsinki'de muhtemelen Türkiye'nin adaylığının ilan edileceğini söyledi. İsmail Cem, Türkiye'nin deprem dolayısıyla aday olmak durumuna düşmek istemediğine işaret etti. Türkiye'de demokratik reformların geciktiğini, Türkiye'nin Soğuk Savaş sırasında Batı'nın değerlerini Rusya'ya karşı savunurken, demokratik reformlarını geri planda bıraktığını ve gecikmenin bundan ileri geldiğini anlattı.
       Kanaatimce Norveç Dışişleri Bakanı bu teoriyi bir ölçüde dehşet içinde dinledi. Açıkçası ben dehşet içinde dinledim. Zira, böyle bir teori varsa bunun irdelenmesi ve örneğin, komünist rejim altında yaklaşık yarım asır inleyen Baltık ülkeleri, Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti'nin nasıl 8 - 10 yıl içinde demokratik gelişmelerini ilerleterek Türkiye'nin önüne geçtikleri sorusuna cevap vermek gerekir.

       AGİT'te tutuklama!
       Ülkemizde azınlık meselesi denilince herkesin tüyleri diken diken olur. "Eyvah bizi parçalayacaklar" endişesi başlar. AGİT zirvesi İstanbul'da yapılacak diye Dışişleri dahil bütün Türk kurumları, ya polis sivil toplum örgütlerine saldırırsa, ya Cumartesi Anneleri dayak yerse diye krize girdi.
       Neyse, o zirveyi kazasız atlattık. Ama bir olayı belirtmek istiyorum: Çırağan Sarayı'na bir polis geldiğini ve Mazlum - Der Başkanı'nı tutuklayacağını Amerikalılardan ve İsviçrelilerden öğrendim. Toplantı halindeydik. Anılan delegasyonlar bana konuyu derhal gündeme getireceklerini söylediler. Kendilerinden zaman istedim. Derhal ilgililerle temasa geçtik.
       Efendim, Mazlum - Der Başkanı aranıyormuş, bulunamayınca genel sekreteri tutuklamak istemişler. Olacak şey değildi! Suç şahsi değil mi? Neyse, tutuklattırmadık.

İmparatorluklar devam mı etmeliydi?

       Azınlık konusunda başkalarına konferans vermede üstümüze yok. İsmail Cem, 2 Mayıs 2000'de "East - West Institute"den ödül alırken özetle şöyle konuştu:
       "15'inci asırdan 18'inci asrın sonuna kadar, bu bölge (Balkanlar) Avrupa'nın diğer bölgelerinin aksine etnik ve dini mezalim ve ayırımcılığın dışında kaldı. Balkanlar'daki Osmanlı yönetiminde feodalizmin ayrıcalıklarını azaltan nispeten eşitlikçi bir sistemle halkların refahı hoşgörü ile sağlandı. (Gereği var mı imparatorluk yönetimini övmenin!) Balkanlar'ın çok etnikli, çok kültürlü ve çok dilli yönü, büyük Habsburg ve Osmanlı İmparatorluklarında muhafaza edildi ve saygı gördü. Ancak 19'uncu asırda etnik milliyetçiliğin başlaması ile bölgenin kimyası değişti. Etnik esaslara dayalı siyasal sınırları çizilmesi barış içinde beraberce yaşamanın yerini aldı (Yani imparatorluklar devam etseydi demeye getiriyor. Yani Yunanistan'ın bağımsız olması yanlış oldu!)"
       Aynı mantıkla mesela Kafkaslar'da etnik çatışmayı körüklediği düşüncesiyle Sovyetler'in çöküşüne de ağıt yakılabilir. Birisi çıksa dese ki, bu hoşgörüyü kendi ülkenizde de gerçekleştirsenize...

Dışişleri ile Başbakan'ın çelişkisi

       Sayın Ecevit Nisan 2000'de Avrupalı parlamenterlerle görüşürken, "Kürtçe diye bir dil olmadı"ğını söyledi. Ama aynı gün Dışişleri Bakanlığı'nın bir genelgesinde, Türkiye'de 18'den fazla Kürtçe gazete ve dergi yayımlandığını ve bunun Türkiye'nin hoşgörüsünü ispatlaması yönünden dünyaya bildirilmesi istendi. Şimdi Kürtçe diye bir dil yoksa bu gazete ve dergiler nasıl basıldı? 12 - 13 Nisan tarihlerin Antalya'da ulusal azınlıklar konusunda bir Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) semineri yapıldı. Tabii Dışişleri seminerin konusunu değiştirmeye çok çalıştı ama eski milletvekili Tekin Enerem anlaşılan buna onay vermişti. Her halükarda seminere katılacak milletvekillerimize bu konularda konuşmalar hazırlamamız istendi. Biz de, Türkiye'nin görüşlerini yansıtan metinler hazırladık. Dışişleri'nden bir talimat geldi. Hem de müsteşarın imzasıyla. Talimatta, "Kürt ve başka etnik gruplara dair ifadeleri metinlerden çıkarın" deniyordu. "Türkiye bir mozaiktir" ve Demirel'in 1992'de "Kürt kimliğini tanımak gerekir" sözü, Dışişleri'nin bana gönderdiği bu talimatla yürürlükten kalkmış olmuyor muydu?

       Yarın: Güneydoğu sorununun başlayacağı önceden görülmüştü...