The Others İstanbul (5 Haziran 1994)

İstanbul (5 Haziran 1994)

07.02.2001 - 00:00 | Son Güncellenme:

İstanbul (5 Haziran 1994)

İstanbul (5 Haziran 1994)

İstanbul (5 Haziran 1994)

Antikacı Dükkanı / İslam Çupi

Gazetecilikte 37 yılla birlikte birkaç ay daha tırtıklayıp ömür çeyiz sandığına kilitlemek, nasıl bir duygudur ya da emanetçilik...
12 Nisan 1957 yılında, şimdi betonarme kılığı ile birlikte adı da değişen Gediz İşhanı’nda başlayan, Günlük Spor’un üçüncü sınıf hamur kağıtlarına cümle düşürme uğraşı, 37 yıl ve fazlacalıklı aylardan sonra gazetecilik mesleği hangi tarafıma hissiz ve vurdum duymaz nasırlar koydu, hangi tarafımı hayata ve yaşamaya kulak kabartıcı bıraktı, sıhhatli ve kesin bir anatomi fotoğrafı koyamıyorum, orta yere...
İstanbul’la birlikte 63 yaşına basmış bir fizik ve beyin ikilemi, artık hangi yalancı tazeliklerin raksını oynamaya kalksa, hangi ilk gençlik cilvelerinin arkasına yapay bir motor taksa, biliyorum ki, vücut ve kafamla birlikte, bir bitim istasyonunun biletlerinden biriyim.
Bakırköy Kartaltepe’de 6-8 yaşımın hayallerini gözlerimde yumduğum, o sekiz odalı köşkün ikinci katındaki yatağım da olamayacak, o geniş bahçemin sık çalı ve taflanlarında, sapanla kovaladığım kış üşümüşü karatavuk ve sığırcık kuşları da.
10 yaşımın hayat damarlarıma, bana sevimli ve yemyeşil bir koru gibi oksijen püskürten, Pazartekke, Topkapı, Şehremini ve Çapa da olmayacak hayatımda artık...
İlk defa okullu olmanın, kurdelasını, önlük önlük, kitap kitap kestiğim o 34’üncü Taş Mektep, İstanbul’un üstünde değil İstanbul’un altında kaybolmuş bir Atlantis’tir şimdilerde. Tramvaydan ters atlarken ilk düşüşüm. Evimin önündeki ‘Küçük Arsa’da Nezihe öğretmenin bahçedeki yemek tenceresini deviren futboldaki birinci şutum. Çocukluğumda bindiğim tahtadan, şimdiki İstanbul’umda olmayan tayyareler.
Ceviz ve çitlembik ağaçları yani. Onlar da yok...
***
Her ağaç devrilişine, İstanbul’da sanki yeni bir kurban kesiliyormuşcasına ağladım ben.
İstanbul’da tuğlası her yüksek tutulan fabrika bana medeniyetin asrileşmenin çalışkanlığını değil, oksijeni ve yeşilliği çaktırmadan yiyen demirden bir hayvanat bahçesinin bu güzelim kente olan amansız istilasını anımsattı.
Marmara’nın o dünyada hiç bulunmayan aristokrat mavisinin sanayi atıklarının küveti olması, step insanlarının atları ile birlikte içine dalıp tuzlu sudan intikam alıcı bir savaş alanına döndürülmesi, ağır bir kahır oldu benim için yıllar yılı. Canım İstanbul niye açıldın ki bütün Türkiye’ye... Bu döşenen oto yollar, bu delicesine hızlanan trafik İstanbul için örnek bir dünya şehri maketi mi oldu, yoksa direksiyon ölümlerini hızlandıran bir asfalttan yapılma arena mı?
Boğaz köprülerinin yapılan her metresine övgü gönderenler, ‘bir iki üç olsun’ diye teknolojiyi alkış şakşakına boğanlar, köprülerin ‘milyonuncu araba geçti, iki milyonuncu araba Avrupa’dan Asya’ya tekerlek bastı’ diye çeteleli methiye düzenler, hiçbir gün oralarda hayatını intihar yolu ile kaybedenlerin sayısını merak edip, bir siyah çelengin etrafında ihtiram duruşu yaptılar mı?
Boğaz köprüleri, insanın zayıf tarafını taşıran ortaya çıkaran özendiren bir ölüm balkonu olmadı mı İstanbul için? İstanbul 50 yıl önce 100 yıl önce olduğu gibi, doğa dokusu, tarih dokusu eski mahalle estetiği ve denizle toprağın birbirlerinin elini tutuğu antik bir heykel olarak bırakmak mı doğru idi, yoksa medyalar towerslar ve gökdelenlerden kurulu bir feza şehri yapmak mı?
Sizleri bilmem ama ben 20 katlı bir otelin en üstünde konaklamayı, ne olmayan servetimle, ne de gelişmemiş havai hat aristokrasimle benimseyebilmiş bir adem kulu değilim, henüz...
Kırk-elli katlı bir heyulanın en tepesinde maaşı itibarlı olan, sekreterleri güzel, mini etekli olan, bir eli neskafe’de öteki eli havyar çanağı ve viski bardağında çakılan ama klimasından hangi soğukluğu aldığı belli olmayan, penceleri açılmadığı için natürel hava ve güneşle tanışmayan bir genel müdür olmak yerine, insan kokusu ile gürültüsünü bana bulaştıran alçak ve gölgeli bir İstanbul kaldırımında, bir sandık limonun arkasındaki patron olarak bağırmayı yeğlerdim.
***
İkinci Dünya Savaşı’nın en koyu barut sisinin doluştuğu Trakya ve Ege’ye büyük asker rahmetli mareşal Fevzi Çakmak tek metre yol yaptırmazdı. Muhtemel bir düşman taarruzunda, Türkiye kolay isitila edilmesin diye.
1950 yılında demokrasi sandığı DP’yi Türkiye’de oy çokluğu ile iktidara getirince, Menderes diye bir başbakan önce İstanbul sonra Türkiye’yi, ‘made in karayolları’ diyerek son derece tutarlı (!) bir ‘Sam Amca’ merkebine bağlayıp, Mareşal Çakmak’ın İkinci Dünya Savaşı’ndaki anti kalkınmacılığına ve asfalt bağnazlığına son verdi.
Türkiye sanayiinin yüzde 60’lık bölümünün İstanbul’da kurulmasına başbakanlık davetiyesi çıkarmak, Türkiye karayollarının tüm arterlerini İstanbul’a bağlamak, Menderes demokratlığının ilk ‘bırakın gelsinler, bırakın yapsınlar’ tohum serpmeciliğinin deneme yıllarıdır ve sonraları tüm siyasi iktidarların, pek sevip esnetmeyi sürdürdükleri bu taviz uykusu sebebi ile 1994 İstanbul’u, şimdi hiçbir değerini koruyamamış 15 milyonluk bir büyük köy haline dönüşmüştür.
İstanbul insanını tüm özgürlük ve yaratıcılıkları ile yere basan bir hayat olmaktan çıkarıp, onlara otuzuncu- kırkıncı kat yüksekliğinde bir gökdelen baş dönmesi vermek bir kalkınma işareti değil, bir havalanma belirtisidir.
Havalanan insanlar, bir gün gelir ki, yer çekimi gibi bir kontrol mekanizmasından mahrum kalırlar ve beyinleri ile düşünmek yerine o organla yıkanmış bir marulu yemeğe başlarlar, yazı yazmaya ve iş yapmaya şartlanmış eller, konuşma diye bir melekeyi çalıştırmaya yönelirler. Çocukluğumda ziyarete açık Beyazıt kulesine tırmanma en çok sevdiğim uğraşlardan biri idi.
Sayardım ahşap kulenin tahta basamaklarını her yenisini ayaklarımın altına aldığım anlarda.
‘215, 216, 217...’ diye...
Doruğa vardığımda, körük gibi inip kalkan göğsümdeki oksijen ritimlerini, bunca alınıp verilmiş hava habbelerinin vücudumda yarattığı anatomik rakslarına itfaiye çavuşu Ramiz Ağa her seferinde hayret ve hayranlıkla seyreder ve söylenirdi sonra... ‘Lan velet, benim mesleğime mi hevesleniyorsun’ diyerekten...
Severdim koca İstanbul’u küçültmeyi. Severdim İstanbul’un 1-2 saatte yayan gidilen semtlerini bir yükseklikte birbirlerine yanaştırmak, birbirlerinin içine sokmak, birbirleri ile tuğlalarını öpüştürmek.
Gazeteciliğe başladığımdan bugüne kadar hiç çıkmadım Beyazıt kulesine.
Orada tutarlı bir mizampaj yapılır mı, entresan bir manşet düşünülüp dört başı mamur bir haber veya kelimeleri ses alan bir fıkra yazılabilir mi?
İtfaiye çavuşu Ramiz Efendi’nin sesini duyar gibi oluyorum zahir. ‘Yazılı ve görüntülü basını bu kadar yükseğe çıkarmayın...’



İSTANBUL