The Others Seçimlerden başarısız çıkacak

Seçimlerden başarısız çıkacak

14.09.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:

Seçimlerden başarısız çıkacak

Seçimlerden başarısız çıkacak

Seçimlerden başarısız çıkacak
       RP ile bugünün FP arasında yaşanmışlıkların oluşturduğu bir uçurum var. 95'de şehri muhasara eden bedeviler, bugün surların dışına atılmamak için şehrin kurallarına boyun eğmiş görünüyorlar. Bedevilere has hasletlerini kaybettiler. Tekrar bedevileşmeleri de zor görünüyor.

       DYP Genel Başkanı Tansu Çiller'in gayri resmi danışmanlığını yaptığı bilinen Doç. Dr. Mümtaz'er Türköne, Gazi Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi. Tanzimat dönemi siyasi fikir tarihi üzerine çalışan Türköne'nin daha önce İletişim Yayınları'ndan "Siyasi bir ideoloji olarak İslamcılığın Doğuşu" adlı bir kitabı yayımlandı. Arkadaşımız Naki Özkan, Türköne ile, Refah - Fazilet geleneği, laiklik, devlet - toplum ilişkileri ve "Türk Müslümanlığı" üzerine konuştu.

       *Bir yazınızda "Halkın özgür iradesiyle şekillenen bir devlet iktidarı yok. Devletlüler tarafından yönetilen devlet, halkını ehliyetsiz görüyor" diyorsunuz. Sivil toplum ve aydınlarımız da halkı ehliyetsiz görmüyor mu? Devlet - halk - devletlüler ilişkisini biraz açar mısınız?
       Halkın ehliyetine dair tartışmaların arkasında yönetme hakkını bir azınlığın elinde tutma endişesi var. Demokrasi dairesinin içinde iseniz bu tartışma zaittir(gereksiz). Demokrasi bize, iktidarın, kim tarafından olursa olsun kötüye kullanılmasını engelleyen araçları sunar. Kuvvetler ayrılığı prensibinden tutun da, kurucu irade kavramına kadar uzanan bir dizi araç.
       Devlet iktidarını halk iradesi ile sınırlayamazsanız ortaya tek bir sonuç çıkar: İktidarın kötüyle kullanımı. Çünkü devlet iktidarı, azınlık çıkarlarına hizmet etmeye başlar.
       "Halkın ehliyeti" gibi bir sorunu tartışmaya açmak bile art niyetli bir teşebbüstür. Kimsenin, hiç kimsenin "halkın ehliyetini" ölçecek, değerlendirecek ehliyeti yoktur.
       Ayrıca demokrasinin kendi içinde bir rasyonalitesi vardır. "Kendini yöneten halk" toplumsal yararı zirveye çıkartır. Konsensüs kuvvetlenir. Ekonomik dinamizm gelişir. Ortaya sağlıklı, dinamik bir toplumdan güç alan bir devlet iktidarı çıkar. Sorunumuz şu: Geleneği modern dünya içinde yeniden üretiyoruz. Neydi gelenek? Devlet yönetmek, devlet aklına sahip bir azınlığın işidir. Gelenek tahrif edilerek sürüyor: Devleti bir azınlık yönetir. Devletlü gelenek, azınlık çıkarlarının kılıfı haline geliyor.
       Bundan ilk elde zarar gören devletin kendisi oluyor. Kendisini ehliyetsiz görenlerce yönetilen bir halktan ne bekleyebilirsiniz.
       *İbn-i Haldun'a atıfta bulunarak, RP'yi bedevilerin partisi olarak değerlendiriyordunuz. (Yani bir anlamda bozulmamış, olumlu özellikleri olan bir hareket.) Fazilet Partisi'ni de aynı şekilde değerlendirmek mümkün mü?
       RP - FP geleneği hızlandırılmış bir tarihi yaşadı. 95 seçimlerindeki RP ile bugünün FP arasında yaşanmışlıkların oluşturduğu bir uçurum var. 95'de şehri muhasara eden bedeviler, bugün surların dışına atılmamak için şehrin kurallarına boyun eğmiş görünüyorlar. Bedevilere has hasletlerini kaybettiler. Tekrar bedevileşmeleri de zor görünüyor. Yine de badiye(sahra, kır) ile şehir arasında bir yerde, gözleri şehre dikili duruyorlar.
       FP, MSP - RP geleneğinin sahip olduğu ve kendisini büyüten bu protest kimliği tüketti ve bunu yeniden üretmesi çok zor görünüyor. FP seçmeni, partilerinin önünü kapalı görüyor. FP'nin meşruiyet arayışları bu partiyi kemik seçmenine eklemlenen marjinal seçmeninden uzaklaştırıyor.
       FP'nin yapılacak seçimlerden şaşırtıcı bir başarısızlıkla çıkacağını düşünüyorum. Şehir bedevileri hadarileştirdi.
       *"Şehir bedevileri hadarileştirdi" derken, neyi kastediyorsunuz?
       İbn Haldun'un ayrımına sadık kalırsak, bedeviler dayanıklı, sabırlı, mücadeleci ve kaybedecekleri çok şeyleri olmayan sıkı örgütlenmiş bir topluluk.
       Hadarileşme, yani şehirli olma, bu hasletlerin kaybı anlamına gelir. RP, iktidara geldiği zaman şehrin kurallarına esir düştü. Kısa iktidar dönemlerinde, muhalefetin serazatlığı ile iktidar sorumluluğu arasındaki aşılmaz uçurumu gördüler. Bugün Faziletliler, "Adil Düzen"i ağızlarına alamıyorlar. Hayatın zorlu mantığına mağlup oldular. Bugün seçmenlerini motive edecek en önemli şeylerini, umutlarını kaybettiler. Uzun zamandır tartıştıkları yeni bir açılımı, siyasi yelpazenin merkezine doğru yürümeyi, son Kızılcahamam toplantısında karara bağlamışlar. İktidar tecrübesinden çıkarttıkları ders bu: Merkez partisine dönüşmek. FP'nin eski örgütsel dinamizmi yok. Önümüzdeki seçimde muhtemelen oy kaybına uğrayacaklar. Eski hasletlerini kaybederek, hadarileşmekten kastettiğim bunlar.
       *"RP, islami esaslara dayalı bir rejim kuramaz" diyordunuz. FP için de geçerli mi bu düşünceniz...
       "RP İslami esaslara dayalı bir rejim kuramaz" demiş ve eklemiştim. "Çünkü böyle bir rejim yoktur."
       "İslami esaslara dayalı rejim" sözü, İslamiyete ve yaşanmış 15 asırlık İslam tarihine çok uzak zeminlerde tartışıldı ve büyütüldü. Basitleştirerek tekrarlıyorum: "İslami esaslara dayalı rejim" sonuç itibariyle siyasi bir rejimdir ve İslamı, meşruiyet kazanmak için kullanan bir rejimdir. Çünkü İslamiyetten kimse tek bir siyasi kuram çıkartamaz. Tek bir devlet modeli üretemez. Böyle bir rejimin İslamiliği her zaman tartışma götürür. 15 asır boyunca peygamberden sonra çıkan modellerin tartışıldığı gibi.
       Burada sorun dinin siyasileşmesinden ibarettir. Dini siyasallaştıran dinamikler ise dinin rükünlerinden değil toplumun içinde bulunduğu şartlardan çıkar. Toplumsallık kendisini çoğu zaman dini sembollerle gösterir.
       Sorun dinin siyasallaşması ise bunun tartışılacağı alan çok farklıdır.
       *Bir yazınızda da RP'nin "sisteme meşruiyet kazandırdığı"nı yazdınız. "RP surların dışında değil içinde" dediniz. Peki, sistem RP'ye neden tavır aldı?
       RP siyasallaştırdığı dinle peşinden sürüklediği kitleleri legal bir çerçeveye hapsetti. Din RP olmasa da siyasallaşacaktı. Türkiye'de diğer İslam ülkelerinde görülen radikal ve şiddeti araç olarak gören eğilimlerin güçlü olmamasını, başarıya ulaşamamasını RP'ye borçluyuz. RP, radikalleşmeye eğilimli kitleleri sistem içinde tuttu.
       İslam toplumları içinde Türk tecrübesi çok ayrı ve kendine özgüdür. Sömürge yönetiminden kurtulan İslam toplumlarında İslamiyet, anti - emperyalist, militan bir karakter gösterdi. Bizde ise, ağır bedellerle sahip olunan devleti yaşatmak için esnekleşti, uzlaşmacı oldu.
       Devlet karşıtı dini gelenek, bizde tarih boyunca çok zayıf kalmıştır. Sistemin RP'ye karşı düşmanca tavrını akılsızca buluyorum. Akılsızca ve cahilce. Ne var ki, RP'nin dayandığı gelenek o kadar uyumlu ve sistem içinde kalmakta ısrarlı ki, bu düşmanlığa rağmen problem çıkartmıyor. Esneme kabiliyeti çok yüksek, ama kırılabileceği bir sınır da var.
       *Laik rejim, (laikçi ya da İslamcı) tehdit altında mı?
       Devlet dinde taraf olmayacak, laikliğin özü bu. Böyle bir tarafsızlığa en çok ihtiyacı olanlar müslümanlardır. Çünkü dinden neşet eden kavgalar farklı dinler arasında değil, aynı dinin farklı yorumları arasında çıkar ve çok kanlı geçer. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
       Laik rejimi tehdit altında görmek, tamamiyle siyasallaşan bir kurguya dayanıyor.
       Laikçilik ve İslamcılık birbirini besleyen iki dinamik. Laikçilik (laisizm) bir felsefedir; dinleri modası geçmiş, geçerliliği kalmamış dünya görüşleri olarak değerlendirir. Bundan din düşmanlığı çıkar. Laikçilik, laikliğin yerini alırsa ve basit, mütevazi dindarlığın meşruiyet alanını daraltırsa, bundan dinin siyasallaşması çıkar. Din siyasallaşarak bu saldırıya karşı koymaya çalışır. Mesela, mütevazi bir dindar için çocuğunun din eğitimi alması, onun kötü alışkanlıklarından uzak, ahlaklı ve kendisine karşı saygılı olmasının garantisidir. Basit insani ihtiyaçlardır bunlar. Öldükten sonra mezarının başına gelip Kuran okuyacak bir evladı hayal etmek.
       Din eğitimini devlet tekeline aldıktan sonra sınırlandırırsanız, mütevazi dindarın bu basit insani talebi anında siyasi bir talebe dönüşür. Bu talep dini siyasallaştıran bir dinamiğe dönüşür.
       Bu yüzden laikçilik İslamcılığı yani dinin siyasallaşmasını besler. Bugünkü manzaraya bakılırsa şu sonuç çıkar: Laik rejim, laikçilerin tehdidi altındadır.

       *"Türkleşmenin en zor yaşandığı topluluklar Türk etnik grupları olmuştur" tezinize dikkat çekmek istiyorum. Türkleşme Türkler için bir sorun mu oldu?
       Bu coğrafyada uzlaşma noktalarımız o kadar fazla ki. Ben ırkçılığın bu topraklardaki imkansızlığına dikkat çekmek istemiştim. Bu topraklarda kimse ırkçılık iddiasında bulanamaz. En saf ırkımız Kürtler. Zaten Kürt milliyetçiliği yapıyorsanız bunu ancak ırkçılığa dayandırabilirsiniz.
       Türkler için bu imkansızdır. Bir kere Osmanlı devletinin yüzyıllardır izlediği iskan politikası aşiret bağlarını yok etmiştir. Asilzade zümresi yani ırsi olarak geçen üstünlük iddiası yoktur. Bütün bunlar ırkçılığa dayanan millet iddialarını saded dışına itmiştir.
       Türkleşme, Türkler için bir modernleşme programı, bir ulus devlet yaratma projesi olarak gelişmiştir. Bu şehirleşme, köylülükten uzaklaşma gibi bir süreçtir. Bu yüzden Türklerin Türk kimliğini benimsemeleri, sancılı bir süreçtir. Bundan şu sonuç çıkar. Türklük bir ırk temeline dayandırılamaz; bir kültürel kimlik olarak temellendirilebilir.
       *"Türk Müslümanlığı" tartışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
       Bu tartışma çok eski. Bu kavramın ifade ettiği iki farklı zafiyet var. Birincisi, sosyolojik bir vakıa. Türkler İslamiyeti diğer toplumlardan farklı algılamış ve yaşamışlardır. Özellikle ana dili Arapça olan İslam toplumlarından. Kutsal metinler ana dilimizde ise, mistik - batini yorumların, "kutsal"ın alanı daralır. Anlayamadığınız bir dilden ibadet yapıyorsanız, dinin derinliğini kendi dünyanıza taşıyabileceğiniz mistik yorumlarla yaşayabilirsiniz. Düğünde, cenazede her vesile ile okunan Mevlid'i örnek alabilirsiniz. Süleyman Çelebi'nin 14. yüzyılda yazdığı nazım bir eserdir bu. Tamamiyle Türklere hastır. Başka bazı önemli ayrıntılar var. Kur'an tilavetinde(makamıyla okuyuşu) İstanbul ve Hicaz tilaveti diye iki farklı okunuş vardır. Arap harflerini Araplar kufi yazıyla, Türkler sülüsle yazarlar. Bu örnekler çoğaltılabilir. Kısaca bir Türk Müslümanlığı, tarihi sosyolojik kategori olarak zaten mevcuttur. Bu farklılığı isteseniz de yok edemezsiniz.
       *Bu kavramın kullanılmasında dinin millileştirilmesi gibi bir kaygı sözkonu değil mi? Kavrama itirazlarınız yok mu?
       Dinin siyasal içeriğine, daha doğrusu evrenselleştirici yönüne bir itiraz olarak getirilen Türk Müslümanlığı ise farklı bir çerçevede değerlendirilmeli. Burda kastedilen, üniter - milli devlet yapısı ile uyumlu milli bir din yaratma gayretidir. Dinin milli bağlılığı aşan gücünü eritme çabası vardır. "Yerli, milli bir din." Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda izlediği din politikasının iki temel unsurundan biri budur. (Diğeri, dini örgütlenmeyi merkezi devlet teşkilatı içine alarak denetim altında tutmak. Diyanet İşleri Başkanlığı.) O dönemde ezanın Türkçeleştirilmesi, ayetlerin Türkçe okunması gibi kanun emri haline getirilen kararlar bunun örneğidir. Hatırlansın, tek parti döneminin en önemli aktivite konusu, "Ezanın tekrar Arapça okunması" sorunuydu. DP'nin iktidara gelmesini sağlayan en önemli saik budur.
       Bir dini -toplumsal bir olgudan bahsediyoruz- tepeden düzenleyemezsiniz. Düzenlemeye kalkarsanız yeni toplumsal anlaşmazlıklara yol açarsınız.
       Kur'an'ın Türkçe okunması meselesi, radikal İslamcılarla, laikçi kanadın uzlaşma noktasıdır. İki taraf da aynı şeyi savunuyor. Neden? Biraz bunun üzerinde düşünelim.