The Others Siyasi ilişkileri dinlendirelim

Siyasi ilişkileri dinlendirelim

13.07.1999 - 00:00 | Son Güncellenme:

Siyasi ilişkileri dinlendirelim

Siyasi ilişkileri dinlendirelim


Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Bahri Yılmaz, 1997 Lüksemburg Zirvesi'nden sonra 55. hükümetin aldığı "AB ile siyasi diyalogu askıya alma" kararının sürdürülmesi gerektiğini savunuyor.

Bahri YILMAZ


Almanya'nın dönem başkanlığındaki Köln zirvesinin "Sonuç Bildirisi" Türkiye'nin beklentilerinin yine çok gerisinde kaldı. Alman Başbakanı yaptığı konuşmada, elinden gelen herşeyi yaptığını fakat bazı ülkelerin direnişleri sonucu Türkiye adaylığı konusunda herhangi bir ilerleme kaydedilmediğini, bu işin peşini bırakmayacaklarını belirtti.
1989'da tam üyelik başvurusunun reddedilmesinden sonra Ankara her AB Zirvesini büyük beklentilerle izledi ve her defasında hayal kırıklığına uğradı. Umutlar yine bu yıl sonunda yapılacak "Helsinki Zirvesi"ne taşındı. Türkiye'nin 1959'da Yunanistan'la birlikte Ortak Pazar üyeliği için yaptığı başvuruyla başlayan Avrupa Birliği serüvenimizin nasıl sonuçlanacağı artan bir merak konusu.
AB - Türkiye ilişkilerinin günlük, iç tüketime yönelik ve derinliği olmayan demeç ve değerlendirmelerin ötesinde, karşılıklı orta ve uzun vadeli çıkar ilişkilerine dayanması gerekir. Bunu sağlıklı bir şekilde yapabildiğimiz takdirde 1839'da "Tanzimat Fermanı" ile başlayan, Atatürk Devrimleri ile ivme kazanan Avrupa'yla bütünleşme sürecini başarı ile tamamlamamız mümkün olabilir.
Soğuk Savaş döneminde Türkiye'nin uluslararası ilişkileri üç temel üzerine kuruldu: 1) ulusal güvenlik ve askeri işbirliği; 2) ekonomik işbirliği; 3) "Batılılaşma" sürecinin tamamlanması. Türkiye herşeyden önce kendi ulusal güvenliği için NATO'ya girdi. Batı da Türkiye ile ilişkilerinde güvenlik faktörünü sürekli ön planda tuttu ve Ankara ile yakınlaşmayı bunun üzerine oturttu. 1963 yılında AET ile imzalanan "Ankara Antlaşması" aslında Batı Avrupa'nın o yıllarda yerine getiremediği askeri yardım yükümlülüklerini ikame eden bir ekonomik işbirliği ve mali yardımlar paketini içerir. O tarihten itibaren ekonomik ilişkiler yoğunlaşmıştır.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Avrupa ile Türkiye arasında güvenlik ve askeri işbirliği üzerine kurulu karşılıklı çıkar ilişkileri göreceli olarak önemini yitirirken, yerine TÜrkiye'yi Avrupa bütünleşme sürecinin ne içinde ne de dışında tutan ve zamanın akışına bırakılan bir politika benimsendi. Ayrıca, Körfez Savaşı ile birlikte Türkiye ABD'nin etki alanı ve onun güvenlik stratejisi içersinde kabul edilmeye başlandı.
Ancak Avrupa'nın arka bahçesi Balkanlar'da ortaya çıkan huzursuzluklar Türkiye'nin yer almadığı bir Avrupa güvenlik stratejinin eksik kalacağını ortaya koymuştur. Böyle durumlarda Türkiye'nin Avrupalı özelliği ön plana çıkar, iç politika ile ilgili eleştiriler bir süre gündemden çekilir.
Avrupa askeri güvenliği için gerekli bedeli ödemeye hazır görünüyor, fakat daha fazlasını vermeye hazır değil; Türkiye'nin üyeliği ile ortaya çıkabilecek mali ve siyasi maliyeti ödemek istemiyor.
Türkiyenin AB'ye tam üyeliğinin getireceği ekonomik maliyeti hiçbir üye karşılamaya hazır değil. Daha önemlisi, Türkiye AB'ye tam üye olması halinde kişi başına gelir düzeyi en düşük ülke olduğu halde, nüfus fazlalığı nedeniyle Avrupa Parlamentosu başta olmak üzere AB kurumlarında Almanya, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler ile eşit düzeyde temsil edilecektir. Bunlara AB'nin "Hrıstiyan kulübü" olduğu i düşüncesi bilinçaltlarına yerleşmesi de eklenince, Türkiye'nin AB üyeliği tam bir çıkmaza girmektedir.
Hiçbir AB hükümeti Türkiye'nin üyeliğini desteklemenin ne kendi iç politikası açısından, ne de uluslararası düzeyde bir getirisi olduğunu düşünüyor. Bu nedenle de Yunanistan'ın oynadığı engelleyici rol, herkese uygun düşmektedir.
Bu koşullar altında, 55. Hükümet çok doğru bir kararla Lüksemburg Zirvesi sonrasında AB ile siyasi ilişkilerimizi askıya aldı. Bu gerçekçi yaklaşımımın en zor tarafı bu kararın uzun sürede ve tüm siyasiler ve kurumlar tarafından bilinçli bir şekilde sürdürülmesi idi. Çünkü bu kart ancak bir defa oynanabilirdi. AB içindeki hava ise, Türkiye'nin başka bir seçeneği olmadığı ve Türklerin her konuya önce "hayır" ile başlasalar da sonunda AB'nin istediği çizgiye getirilebileceği yönünde oldu.
Ayrıca, Türkiye içersinde bazı çıkar grupların ve siyasilerin bu çizgiyi kıracakları, Avrupalı diplomatlar arasında yaygın bir kanıydı. Sayın Başbakan'ın ve Dışişleri Bakanı'nın Köln Zirvesi öncesinde muhataplarına yazdıkları mektuplar, bu görüşleri doğrular niteliktedir.
55. Hükümetin Avrupa ilişkilerinden sorumlu Devlet Bakanlığı'nın AB ile ilişkilerde en başarılı yanı, siyasi bütünleşme ile ekonomik bütünleşmeyi birbirinden ayırmış olmasıdır. Önceliği Avrupa ile ekonomik alanda aşamalı olarak "Para birliği"ne kadar uzanan bütünleşmeye vermiştir. Bunun için "AB ile İlişkileri Geliştirme Stratejisi" başlıklı bir rapor, Temmuz 1998 tarihinde Bakanlar Kurulunda tartışarak AB Komisyonuna iletildi.
Türkiye önümüzdeki yıllarda "Ekonomik Kriterleri"ni AB düzeyine getirdiği ve ekonomik bütünleşmesini tamamladığı zaman AB'ye tam üyeliği, stratejik konumu ve kendi ulusal çıkarları açısından uygun görmeyebilir. Kısacası, önümüzdeki yıllarda mevcut anlaşmalar çerçevesinde ekonomik bütünleşmeye hız vermeliyiz. Evimize çeki düzen verip, ödevlerimiz içersinde yer alan Gümrük Birliği ile ilgili uyum yasalarını süratle TBMM'den çıkartmalıyız. Bu süreç tamamlanana kadar ise AB ile siyasi ilişkilerimizi bir süre dinlendirmeye hepimizin gereksinimi olduğunu düşünüyorum.