The Others Tek meyveyle bahçe olmaz

Tek meyveyle bahçe olmaz

16.07.1999 - 00:00 | Son Güncellenme:

Tek meyveyle bahçe olmaz

Tek meyveyle bahçe olmaz


Kemal Yalçın'ın ödüller kazanan "Emanet Çeyiz" adlı romanında mübadele insanlarını anlatıyor


Yavuz Baydar


Birinci Dünya Savaşı sonunda Yunanistan'ın Anadolu'yu işgal etmesi, Türk Bağımsızlık Savaşı ile işgalcilerin ağır bir yenilgiye uğratılmalarıyla sonuçlandı. Binlerce insanın canına mal olan savaşın ardından Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan Mübadele / Nüfus Değişimi anlaşmasıyla 1.5 milyona yakın Anadolu Rum'u, o sıra nüfusu 4.5 milyonu bile bulmayan Yunanistan'a göç etti. Aynı şekilde, yarım milyonu aşkın Türk de yurtlarından ayrılarak Rumların terkettiği köy ve kasabalara yerleşti. Tarih kitaplarının, Ege denizinin iki yakasında farklı yorumlarla aktardığı bu trajedi, izlerini her iki toplum üzerinde de bıraktı.
Almanya'ya yerleşen öğretmen Kemal Yalçın, babasının ısrarı üzerine, ailesinin Denizle'nin Honaz köyündeki komşuları olan Anadolu Rumlarını, Yunanistan'da yerleştikleri yerde buldu. Yalçın'ın, ailesinin elinde emanet kalan çeyizi uzun yıllar sonra sahibine teslim etme misyonuyla başlayan seyahatleri, sonunda bir kitaba dönüştü. "Emanet Çeyiz", Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü'nü, ardından Abdi İpekçi Dostluk Ödülü'nü, son olarak da Atina'da Abdi İpekçi İletişim Ödülü'nü aldı. Yalçın'ın bir "sivil tarih" denemesi de sayılabilecek romanı, yakında Yunanca ve Almanca dillerinde de yayımlanacak. Almanya'nın Bochum kentinde oturan Yalçın'la "çeyizin öyküsünü" konuştuk.

"Ben Denizli'nin Honaz bucağında doğdum. 1920 yılına kadar köyümüzde bin kadar Rum, bin kadar da Türk yaşarmış. Dedemin bahçesi Rumların bahçeleriyle komşuymuş o zaman. Minoğlu, Sabuncuoğlu, Paluoğlu gibi Rum aileleri, oranın yerlileriymiş. Sıcak bir dostluk havası içinde yaşamışlar hep. Dokuz yaşındaydım. Tarlamızda, gündönümü zamanında çalışıyorduk. Babam bana öyküler anlatırdı. O gün Honaz yaylalarını anlattı ve Lalabağı diye bir yayladan söz etti. 'Baba' dedim, 'ben orada oynadım ama bağ mağ görmedim. Bağ mı var?" Bunun üzerine babam başladı anlatmaya. 'Ben de 1920 yılında senin kadardım. Dokuz yaşlarında bir çocuk. O sıralarda Yunan İzmir'e çıktı, Sarayköy'e kadar geldi. Biz dağlara, yaylalara kaçtık. Deden askerde, savaşıyor. Köyün Rumları işte o Lalabağı'na çıkmışlar, korkuyla bekleşiyorlar. Sonra, Yunan ordusu geri çekiliyor. Ve bir gecede önce Rumların eli silah tutan erkekleri kayboluyor köyden. Nereye gittikleri belirsiz. Sonra, Rum kadınlarını ve çocuklarını topluyorlar, karakol yanında, Katırcı Ali'nin evinin ahırına. Orada bir ay kalıyorlar. Başlarında zaptiye. Ninem dayanamıyor. 'Bu Yunan İzmir'e bizim Minoğlu'nun kızları çağırdı diye mi çıktı?' diye söylene söylene bize ekmek, peynir verip ahıra gönderiyor.'
Babam bir ay boyunca kapıların altından gizlice bunlara yiyecek vermiş. Derken bir gün bir feryat, çığlık kopuyor. "Gavurlar gidiyor" diyorlar. Babam koşarak eve geliyor. Bir müddet sonra eve bahçe komşumuz Minoğlu'nun karısı ile büyük kızı Eleni ve küçük kızı Sofya geliyorlar. Kadının kucağında ipek bir şitare yorgan, kızların kucaklarında iki torba çeyiz. Kadın nineme, Ayşe aba, diyor, biz gidiyoruz, ama gidip de dönememek var, ne olacak belli değil. Bunlar iki kızımın çeyizleri, dönersek bize verirsin, ama dönemezsek de verin bir fakire hayrımız dokunsun. Bunlar size emanetimizdir. Birbirimize çok hakkımız geçti, hakkınızı helal edin diyorlar. Sarmaş dolaş ağlaştıktan sonra uzaklaşıyorlar. Oyun arkadaşım Sofya'ya Safiye derdik, Safiye geri baka baka uzaklaşıyor. Kurudere'ye doğru yürüyorlar.' Babam durdu. 'Sonra ne oldu diye sordum, babam hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ağladığını ilk defa görüyordum. Bir daha da bu soruyu hiç sormadım."
Ta ki, aradan 34 sene geçtikten sonra, "12 Eylül mağduru" Yalçın, ebeveynini Almanya'ya getirinceye kadar. Evde baba - oğul arasında laf lafı açınca...
"Bu olayı gene anlattı. Gene tam ayrılma sahnesinde, hüngür hüngür boşandı. Bana, 'git Yunanistan'a Minoğlu'ları bul. Elimizde bu insanların çeyizleri, yorganı durur, emanet çeyiz başka bir şeye benzemez, bunları teslim etmemiz lazım' dedi. Annem, 'ayrıca yazmalısın bunları' dedi."
Kemal Yalçın, Türkiye hasretinin de beslediği ateşle, Yunanistan'a 1994'te ilk kez gidiyor. Ama, acaba Minoğlu'ları aramaya nasıl başlamalı? Bildiği tek şey, büyük mübadelede Rumların köylerine Türklerin, Türklerin bıraktığı köylere de Rumların yerleştirildiği. Memleketi Honaz'da bir muhacir dede, "Biz Selanik yöresinde Grebena'dan gelmeyiz" demiş. İlk durağı da orası oluyor.
"Grebena'nın Vraşno ve Kastro köylerine gittim, ama orada Honazlı Rum yoktu. Ama başka yörelerin insanları ile tanıştım."
Serüven işte böyle başlıyor. Anadolu'nun kargaşasını terketmiş, yaşı 80'i aşmış, çatır çatır Anadolu Türkçesi konuşan "canlı tarihler", hafızalarını bir bir açıyorlar Yalçın'a. Nevşehirli Yanni amca, Istanbullu Hristo, Amasyalı Yordanis, Kayserili Karabaş, Taşovalı Vasili, Salihlili Prodromos ve ötekiler.
Yalçın'ın beklenmedik tezahürü, onların sönmemiş hasretlerini alevlendiriyor. Öykülerini, acılarını, türkülerini dinliyoruz Yalçın'la birlikte.
"Ayrılırken bana hep şunu söylediler: Kemal, git bizim memlekete, taşımızı toprağımızı öp bizim için, biz oraları asla unutmadık. Ben de Türkiye'de bu köyleri tek tek gezmeye başladım. Cunda, İzmir, Selçuk, Çirkince, Denizli, Eğridir, Isparta, Burdur, Uluborlu, Amasya, Taşova, Samsun, Ordu, Giresun ve Rize yörelerini dolaştım. Buralardaki muhacirleri tanıdım. Onların özlemleri, hasretlerinin farklı olmadığını gördüm."
Sorunları da aynı şekilde yaşamış, tarihin "kurbanları".
"Tam bir kültür şokuna girmişler. Anadolu Rumları nasıl ki Türkçeyi daha iyi konuşuyorsa, mübadiller Rumcaya daha hakimler. Rumlar orada "dil bilmiyorsanız ne biçim Yunanlısınız? Siz Türk dölü müsünüz?" diye aşağılanmış. Türklere de aynı şekilde, "gavur dölü" denmiş sık sık."
Ziyaretlerde herkese Minoğlu'ları sormuş Yalçın. Türk muhacirlere de. Belki, bu aileye "öte tarafta" rastladıkları umuduyla. Kimseden bir ipucu elde edememiş.
"1996'da tekrar gittim Yunanistan'a. Edesa'da Burdurluları buldum. Denizli yöresinden göçmüşlere doğru adım adım yaklaşmaya başladım. Bir gün Edesa'da Çivrilli bir şoföre rastladım. 'Ben Yunanistan'ı avucumun içi gibi bilirim, Denizli'den gelenlerin hepsi Atina'ya 200 km uzaklıktaki Volos'ta yaşar' dedi. Ver elini Volos. Orada Nevşehirli Aleko amcayı buldum, o da bana Denizli'nin Fesleğen mahallesinden 88 yaşındaki Yohannes Dimitoğlu'nu buldu. Babası pabuççuymuş, Delikliçınar'da kahve önünde dükkanı varmış. On bin kadar Rum'un yaşadığı bir yermiş Denizli. Ermeniler Gölbaşı mahallesinde, Yahudiler de kendi mahallelerinde otururmuş. Honaz'ı da çok iyi biliyordu, Minoğlu ailesini de. Hısım olduklarından görüşürlermiş. 'Peki' dedim, 'kalan var mı?' 'Tabii var' dedi. Sonunda bulmuştum! Üçüncü, dördüncü nesilden Minoğlu ailesine haber verdiler. Amca oğulları Yanni ile karısı... Öğrendim ki, Minoğlu ailesinin erkeklerinden kurtulan olmamış. Minoğlu'nun karısı ile Sofiya Volos'a yerleşmiş. Ama ikisi de ölmüş..."
"Bir akşam Yanni'nin evinde toplandık. Çeyizlerini masanın üzerine koyduk. Yaklaşık kırk parça kalmıştı güvelerden kurtulan. Gelin başlıkları, ipek göğnekler, ipek mendiller, para keseleri... Ellerine alıp bunları kokladılar, kokladılar. Ağlamaya başladık. 'Bize bu çeyizle kaybolan insanlarımızı getirdin, sanki yanımızda oturuyorlar' dedi Yanni'nin karısı. İnanamıyorlardı, 'bize Anadolu'dan nasıl oldu böyle büyük bir hediye geldi?' diyorlardı. Gözyaşları içinde birbirimize sarıldık durduk. Onlardan ayrılırken 'size kalbimin yarısını bırakıyorum' dedim. Babam bu teslimatı duyamadı, çünkü onu kaybetmiştik. Ama annem emanetin yerine ulaşmasına çok sevindi tabii."
"Emanet Çeyiz" baştan sona, böyle her biri film şeridi gibi insanın gözleri önünden geçen, boğazları düğümleyen sahnelerle dolu. Her insanın öyküsü, başlı başına bir tarih kesiti.
Tarihi affetmek belki mümkün, ama unutmak olanaksız. Acaba Yalçın'ın bulduğu insanların hiçbirinde "öteki"ne karşı bir burukluk, kırıklık, kin yok muydu?
"Bu insanlar çok büyük acılar görmüşlerdi. Hepsinden de aynı mesajı aldım. 'Çok büyük felaketler yaşandı, bunlar unutulmasın, ama artık bir daha yaşanmasın, barış olsun' diyorlardı. Cunda'da rastladığım İsmet Altay adlı 88 yaşındaki Giritli bir mübadil müslüman hanım şunu söyledi: Şu Ege'ye bak, sırf Türklerin olsa Türklere yetmez, sırf Yunanlının olsa onlara yetmez. Anca, ikimize de ait olursa bereketlenir bu deniz...
Tıpkı, Selanik yakınındaki Platamona'da ona türküler söyleyen, bir zamanlar Galatasaray'da top koşturmuş, "Nasıl oldu da Türkçeyi unutmadın?" diye soran Yalçın'a dik dik bakarak "Türkçe benim vatanımın dilidir, unutmam!" diye yanıt veren Ayancıklı Yorgo Baba gibi.
"Bahçesinde oturuyoruz, çiçeklere boğulmuş herşey. 'Bak Kemal' dedi Yorgo Baba. Baktım. Özenle yetiştirilmiş kiraz, vişne, kayısı, erik, şeftali ağaçları, rengarenk... 'Burada sadece vişne olsaydı bu kadar güzellik olur muydu?' diye sordu bana. Sustu bir an. Ekledi: 'Bir ülkede ne kadar dil, din, ırk varsa bu zenginliktir. Türklere benim son sözüm şudur: Tek meyveyle bahçe olmaz..."

"Geçmişi unutmasak da affedelim"

Yalçın'ın bir "belgesel roman" tadındaki kitabında gelecek kuşaklara hep aynı vasiyet var: Geçmişi unutamasak da affedelim ve barışalım. Ama bu kadar kolay mı? En keskin uyuşmazlıklar, Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanmıyor mu? Nereden başlamalı?
"Bu yaşlı insanlar 'artık çok savaş gördük, bu yaşanalar iki tarafa da ders olsun, düşmanlığı bırakalım, ancak o zaman gelişebiliriz' diyorlar. Siyasi popülizmle bu mesele hep çözümsüz kalır. İki tarafın birbirini sabırla dinlemesi, birbirinin tarihe bakışına ilgi duyması; hoşgörüyle 'öteki' tarihleri okuması gerek. İki taraf açısından kabul edilebilir, ortak bir tarih yazımı gerek. Kosova herkese ders olmalı. Ayrıca, 2000 yılı barış kültürü yılı ilan edildi. Unutmayalım: En kolayı ama en yıkıcısı savaş, en zoru ama en verimlisi ise barış.."