Vitrin Bir gün, iki köşe yazarı karşılaşır...

Bir gün, iki köşe yazarı karşılaşır...

15.04.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Bir gün, iki köşe yazarı karşılaşır...

Bir gün, iki köşe yazarı karşılaşır...


Vitrin Cadısı


       Bir cadı köşe yazarı, bir başka cadı olmayan ama kendini cadı sanan köşe yazarıyla Paris'te karşılaşırsa ne olur? Cadı köşe yazarı, çileden çıkar. Depresyona girer. Tüm insanlık, evren adına kimliğinden, insanlığından utanır. Geceler boyu Foucault okur. Eco'ya telefon açar. Eco, telefonuna çıkmaz. Sinirlenir. Günde 4 paket Gitannes içer. Sürekli yemek yer.
       Bilmem anlatabildim mi? Dünya Cadılar Konferansı ön görüşmeleri için gittiğim Paris'te, St. Denis'de kendime, bir küçük otel odası buldum. Otel, Paris'in en ucuz otellerinden biriydi. Tam biraz maç seyretmek, Marsilyalı sahibiyle geyik yapmak üzere lobiye indiğimde onları gördüm. O, Ayşegül Sönmez ve annesi Ayşe hanımdı. "Aaa," dedi. Yüksek tondan gelen ve "gavgav" diye nitelendirmekte sakınca görmeyeceğim ses tonuyla "Siz vitrin cadısı olmalısınız. Bu otelde tek Türk kendimizi sanıyorduk, bir de siz. Tam üç kişiyiz, ne hoş değil mi?" diyerek devam etti. "Matematiğinize bravo!" dedim. "Gerçekten çok zekice. O yazıları nasıl yazdığınız buradan belli oluyor".
       "Aa! Okuyor musunuz, ne güzel harika bir şey bu. Ben de sizi okuyorum. Gerçekten çok heyecanlı. Sürükleyici bir diliniz, gizemli de bir yanınız var. Siz sahici cadı mısınız?" diye sorarak beni çıldırtan, gözüme kesinlikle sempatik görünümlü bir canavar olarak gözüken kız, beni ondan sonsuza dek soğuttu. "Yok," dedim kendisine olabildiğimce soğukkanlı gözükmeye çalışarak, "Ben cadı değilim, hepsi birer kurmaca, hepsi yalan, bir şarkıda İbrahim Tatlıses'in dediği gibi..."
       Oradan Ayşe Hanım denilen kadın atıldı bunun üzerine... "İbrahim Tatlıses mi dediniz, ne garip adam değil mi gerçek bir fenomen..." "Hiç de değil," dedim yine en sakin ses tonumla. Fenomen falan değil, alt tarafı, normal, yığınların bayıldığı bir şarkıcı o kadar. "
       Bu onları ilk ve son görüşüm oldu. Tanrım sonra günlerim onlara rastlamamak için oynadığım köşe kapmaca oyunlarıyla geçti. Paris'e gelmiştim. Konferansa hazırlık yapma, konferansa katılmak üzere kaydımı yaptırmak ve hakkımdaki tahkikatın son aşaması için Paris'teydim.
       Tüm masraflarım örgüt tarafından karşılanıyordu ama bu anne, kız da nereden çıkmıştı? Otelde onlara rastlarım korkusuyla kahvaltıya inemez, lobide maç seyredemez olmuştum. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, bir de otele sabaha karşı her geldiğimde onların, "Sevgili vitrin cadısı nerelerdesiniz, sizinle annemle birlikte bir yemek yemek isterdik, yarın akşam Montmartre'daki Le Select'e ne dersiniz? Sevgiler..." ya da "Akşam için aramadınız, bir şeyiniz mi var, yoksa kötü bir şey mi oldu?" ya da "Sayın vitrin cadısı, sizin için çok endişeleniyoruz. Lütfen bizi arayınız oda numaramız 12, cep telefonlarımız ise şöyle gibi" mesajlarıyla karşılaşıyordum.
       Marsilyalı otel sahibi, durumu anlamıştı. Benim için endişelenen bu sempatik görünümlü canavar anne- kız ikilisini iyi olduğum konusunda yatıştırmış. Ancak onların benimle görüşmek konusundaki ısrarlı yüzlerini görünce, bu sefer de o benim için endişelenmeye başlamış. Tanrım, başka otele gitmeyi bile düşündüm. Düşünmedim değil ancak ne var ki... o zaman aç kalırdım. Tüm paramı otele verir, baget sandviçe verecek param bile kalmazdı. Önümde alt tarafı 4 gün vardı. Ama o 4 gün, 14 gün gibi geldi.
       Paris'te vitrinler henüz yeni yeni, yerini yeni sezon elbiselere, bluzlara, sandaletlere bırakıyordu. Hava, İstanbul'dan çok daha soğuktu. İnsanlar, onları en son bıraktığımdan çok daha fazla somurtkandılar. Oturup bir ağlamadıkları vardı. Hiçbiri gülmüyor, gece kulüplerinde dans etmeyi bir kenara bırakın, sarhoş olup birbirlerine sataşıyorlardı.
       Konu, hep aynıydı, futbol, müzik ve kadınlar. Yaklaşık 10 yıl öncesinin Paris'inden birçok şey farklı olduğu gibi Parisli kadınlar da farklıydı. Hemcinslerim, eski femme fatal'liklerini, varsa yoksa Charles Jourdan estetiği tandanslı ayakkabı tutkularını bile unutmuşlardı. Kısacık saçlarıyla bile yakaladıkları o kadınsılık yerini Camper'lı ya da Nike'lı, bol pantolonlu, garip bir çuval görünümüne bırakmıştı. Artık palto değil, müflonlu mont giyiyorlardı.
       Eskisine göre daha az gülüyor, daha az erkeklerden ve hayattan şikayet ediyorlar, daha çok çalışıyorlardı. Kendilerini işe güce vermişlerdi. Ve çoğu Amerika'ya hayrandı. Japon yemeği yiyiyor, suşiye bayılıyor, fusion tribi burada da en geleneksel fonlarda dalga dalga etkisini sürdürüyordu. Ne de olsa 2000 gelmiş, Truffaut da Yeni Dalga da çok geçmişte kalmıştı. Zaten Fransız sineması, güzeller güzeli Sophie Marceau'yu Amerikan sinemasına kaptırmıştı bile. Bu çok önemli bir göstergeydi.
       Rue De Mail denilen bölge ise bizim Bomonti'siydi Paris'in. Biraz oralarda sürttüm. Toptancılara çuvalla gelen yığınların içinde modayı takip ettim. Bu yaz moda lilaydı, pembeydi, incik, boncuk, yani özetle Shakira'nın ta kendisiydi. Fransa'nın Top Shop'u Kookai'si resmen böyledi. Minimal yoktu, nerede çokluk, orada bolluk vardı. Hip-hop yine Pigalle ve Le Halles civarında mangalı, bilgisayar anime'si logolu tşörtlerde ve bol kotlarda gölge ediyordu, ihsan etmek istemiyordu.
       Dünya Cadılar Konferansı'na ön hazırlık evresi tahkikatinden geçtim. Birebir yaptıkları görüşmede gerçekten Türkiye'yi, gelmiş geçmiş tüm Türkiyeli cadıları çok iyi temsil ettiğime inandım. Hele oryantalizm ve moda ilişkisi üzerine söylediklerim beni araştıranları gerçekten şaşırtı, bana karşı hayranlık duymalarını sağladı. Bunun üzerine kendime Miramar adlı Çin Lokantası'nda mükellef bir yemek ziyafeti çektim. Seine nehrine taş attım. Uçakta dönerken bulutların üstünde gerçekten uçuyordum. Cadıydım. Ve mutluydum.