Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Cannes’da başlayıp Fransa’nın güneyindeki sahil kasabalarına yayılan haşemayla denize girme yasağıyla ne amaçlanıyordu emin değilim ama düşmanlığı körükleyecek ilk sonuçlarını bu hafta verdi.
Cannes’da çocuklarıyla denize giren tesettürlü bir kadın, polis tarafından kıyafeti uygun olmadığı için sahilden çıkarıldı, üzerine de 11 Euro para cezası ödemek zorunda bırakıldı. Sağdan soldan
gelen “Evine git!” nidalarıyla beraber dört dörtlük bir nefret suçu tablosu.
İtalya’da da Fransa’nın izinden gitmek isteyenler var da, neyse ki İçişleri Bakanlığı da Katolik Kilisesi de sağduyulu açıklamalar yaparak yasağa karşı çıkıyorlar. İçişleri Bakanı Angelino Alfano, “Biz Müslüman kültürünü reddettiğimiz izlenimi doğuracak adımlar atmadığımız için şu ana kadar güvenli bir ülke olabildik. Ben Allah’a ibadet etmiyorum ancak inanç özgürlüğünü garanti eden bir kültürle eğitildim” diyor.
Kilise yasağı ‘utanç verici’ buluyor. Her ikisi de “Rahibeler de mayo giymiyor” diyor. Fransa’ya sesini duyuramıyor.
Cannes Belediyesi’nin iddiasına göre bu yasağın amacı ne? “Toplumsal huzursuzluğu engellemek”. Yasağa karşı çıkan İslamofobi ile Mücadele Derneği’nin başvurusunu reddeden mahkemenin gerekçesinde “Son İslamcı saldırılardan sonra dini semboller gerilim yaratabilir” deniyor.
Bu insan kadar başına gelenlerden ders almayan varlık yok. Böyle mi engellenir huzursuzluk? Birini şöyle değil böyle giyinmeye zorlayarak, dini inancından ötürü itip kakarak, eve kapanmaya zorlayarak huzur ve güven ortamı sağlandığına hiç şahit
oldunuz mu?
Hayır, dünya bu kutuplaşma noktasına nasıl geldi, niye biz sürekli tehdit altındayız diye soran da mı yok?
Soruyorlar da çareyi tesettür yasağında mı buluyorlar?
“Saldırılardan ötürü toplumda gerilim var, biz bunun faturasını kendi halinde, masum insanlara keselim ki gerilim daha da tırmansın”, bunun başka açıklaması yok.

Gerçekten bir şey kaçırıyoruz

Milletçe hayatımızı özetleyen bir imaj arasak, kırmızı fon üzerine büyük kara harflerle yazılmış, mümkünse yanıp sönen bir “SON DAKİKA” olurdu herhalde. SON DAKİKA! Gaziantep’te düğünde patlama oldu. SON DAKİKA! Antalya’da askeri araca saldırı düzenlendi! SON DAKİKA! Cerablus harekatı başladı.
Haber sitelerinin tıklanma oranlarını artırmak için eften püften konulara da bu damgayı vurduklarını da düşünürsek, hayatımız bir ‘son dakika’lar bütünü. Gözümüz o kırmızı kutuyu arıyor sürekli.
Sabah uyandık, ilk iş elimiz telefona gidiyor. Kim bilir kaç ‘son dakika’ kaçtı biz uykudayken. Bir patlama, bir deprem, bir saldırı, bir yangın olmuş olmalı ve insanlar onu yaşarken biz sıcak yatağımızda uyuyorduk!
Suçluluk duygusu, merak dürtüsü, ya da çağımızın hastalığı olarak lanse edilen FOMO (Fear of Missing out / Bir şey kaçırma korkusu); adını siz koyun, vardığımız sonuç aynı: O telefona bağımlıyız.
Bu hafta bir haber vardı: Würzburg ve Nottingham-Trent üniversiteleri bir deney yapmış. Bir bekleme odasında yalnız bırakılan katılımcıların ellerini cep telefonlarına atmaları ortalama 44 saniye sürüyormuş. Erkekler ortalama 21, kadınlar 44 saniye içinde ‘bağlanıyormuş’ internete. Yani bir dakika bile eline telefon almadan durabilen yok.
Araştırma, insanlardaki ‘bir şey kaçırma korkusu’nun boyutlarını ortaya koyma amaçlı.
Fakat bir sorun var; öyle bir dönemde, öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki, bize öyle gelmiyor, gerçekten bir şey kaçırıyoruz. Her an, her saniye. Fobi falan değil bu, gerçeğin ta kendisi. Paranoyak değiliz yani, sahiden takip ediliyoruz.
Yapmamız gereken seçim de telefon bağımlılığıyla mücadele etmekle etmemek arasında değil, olan bitenden haberdar olmakla olmamak arasında. Her iki koşulun da ucunda mutlu son yok: Kaçırdıkça endişe, yakaladıkça stres artıyor. İşte size ‘modern insanın’ çelişkisi.