Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

“Kelebeğin Rüyası” Türkiye’nin Oscar adayı, Yılmaz Erdoğan ise artık eni konu sözü geçen bir sinemacı. O Russel Crowe’un son filminde oynamaya hazırlanırken, biz Hakkari’den Mükremin’e, oradan da Oscar adaylığına uzanan hikayesine göz attık

Babaannemin üçaylığı aldığı gün pantolon almaya gittim. Dar paça, boncuklu kotların olduğu dandik bir dönem vardı ya işte o sıralar. Kadife bir pantolon aldım. Renk körü olduğumu da bilmiyordum henüz. Öyle bir yeşil almışım ki, bu kadar olmaz. Evdekiler tarafından o kadar fena aşağılandım, o kadar dalga geçtiler ki benimle... Bu kadar dalga geçmeselerdi belki mizahçı olmayacaktım. Ben kendimi savunmak için saldırıyorum sağa sola. Ama şimdi daha çok saldırıyorlar. Bir yeşil pantolon alıp baştan başlamalıyım.”

Cebinde hâlâ kelimeler var

Muhsin Kızılkaya’nın uzun süre aynı evi paylaştığı Yılmaz Erdoğan’ı anlattığı “Yılmaz” kitabı, bu alıntıyla başlıyor. Sibel Kilimci’ye verdiği röportajda anlatmış bunu Erdoğan. Bir yeşil kadife pantolonmuş yani onu bu işlere iten... Belki de herkesin birbiriyle tatlı tatlı dalga geçerek anlaştığı bir ailede büyümesinde, işin sırrı. Kesin olan bir şey var ki 1985 yılında cebinde sadece kelimeleriyle İstanbul’a gelen “Hakkarili kavruk çocuk”, bugün seveniyle, kızanıyla ülkenin önemli figürlerinden biri. Üstelik artık hayatının olgunluk döneminde ve eni konu sözü geçen bir sinemacı.
Filmi başa sarıp 1967 yılına dönersek 4 Kasım’da Erdoğan ailesinin ortanca oğlu olarak Hakkari’de dünyaya geliyor Yılmaz. “İlk ustam” dediği babası Nazım Erdoğan, öğretmen. Her şeyi komik yanından alma huyu, oğluna en önemli armağanı. Çocuklarını okutmak en büyük hayali. 1974 yılında onları babaanneleriyle birlikte Ankara’ya yerleştiriyor. Yedi yaşındaki Yılmaz Erdoğan, Hakkari’nin dengbej’lerinden, şemo’lardan aldığı mirasla beraber biniyor başkente giden otobüse. Bir de evlerinin damından görünen sinema perdesine düşen hayallerle...
Sonrası, “karın çok yakıştığı” şehirde 11 yıllık bir macera... Türkçeyi evde öğrenen Ankaralı çocukların alay konusu olmamak için daha çok çalışmalı... İlkgençliğinin adı Aydınlıkevler. Kahveye takıldığı, top koşturduğu kadar derslerine de çalışıyor. Politik faaliyetlere de zamanı var, kızlara da uzaktan uzağa... Ama asıl aşklar İstanbul’da yaşanacak. 1985 yılında İTÜ İnşaat Fakültesi’ni kazanıp gittiği şehirde... Babasının ona dair hayalleri
ete kemiğe bürünmüş artık: Oğlu inşaat mühendisi olup dönecek, Hakkari’ye binalar yapacak.

İlk tiyatro topluluğunu babasından aldığı borç parayla kurdu
İstanbul’a adım attığı gibi, arkadaşı Muhsin Kızılkaya’nın bir tabur genç adamla paylaştığı Kocamustafapaşa’daki evine yerleşiyor. “Hakkarili komik çocuk” artık adı. Ev arkadaşlarına filmlerden sahneler, Devekuşu Kabare’den skeçler oynuyor, hikayeler anlatıyor. Şiire, öyküye, oyuna, her şeye yer var hayatında, bir mühendisliğe yok. 1.5 yıl kendini zorladıktan sonra artık biliyor, tiyatrocu olacak. Ama sınavda jüri üyelerini güldürmeyi başarsa da konservatuvara giremiyor. Yeni bir usta belliyor kendisine: Ferhan Şensoy. Gazetede Nöbetçi Tiyatro’ya oyuncu arandığını okuyunca hemen koşuyor. Ama
bu sınavın sonucu da hüsran.
Yılmıyor, Vedat Günyol’un torpiliyle bir kez daha çıkıyor Şensoy’un karşısına. Nöbetçi Tiyatro’nun yazarı ve oyuncusu artık... Ama babasının oğlu değil, reddedilmiş evlatlıktan. Tabii ki Nazım Bey’in yumuşak yüreğiyle sınırlı bir süre için... Yazıp oynayıp fuayede kitap satarak geçirdiği bir sürenin sonunda kendi kanatlarıyla uçmak istiyor artık.
Ve aklında Münir Özkul’un “Senden bir şey olacak ama sakın şımarma” sözüyle kapıyı çekip çıkıyor bir gün. İlk topluluğu olan Güldüşündürü Tiyatrosu’nu babasından aldığı borçla kuruyor. 1987’de ilk ve son oyunlarını sahneliyorlar: “Kanuni Sultan Süleyman ve Rambo”. Sonuç iflas.
Hakkari’deki evin damında gördüğü hayalleri perdeye yansıtmaya karar verdi
Ve ikinci bir gazete ilanıyla bir kez daha değişiyor hayatı: Levent Kırca, “Olacak O Kadar Televizyonu” için metin yazarı aramakta. “Gereği Düşünüldü” müzikaliyle başlayıp ilk kez profesyonel olarak sahneye adım attığı “Toros Canavarı” ile devam eden işbirliğinin sonunda bir kez daha kapıyı çarpıp çıkıyor Yılmaz Erdoğan. Sebebi, telifini tam olarak alamaması. O sırada tiyatronun müdürü olan, “Ayrı yürüdüğümüz yıllarda bile yol arkadaşımmış meğer” dediği Necati Akpınar, oradan ömürlük kazancı.
Yıl 1989, yine parasız günler ve uçsuz bucaksız hayaller... Şahin Gök’ün “Siyabend u Xece” filmi beyaz perdeye ilk adım, Beyoğlu Sineması’nın fuayesindeki arkadaş sohbetlerinden doğan “Umut Taksi” ise ekrana... Dizide oynadığı Çaycı Halit’in âşık olacağı kızı Sanem Oktar oynuyor. “Ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim” dizelerinin ithaf edileceği kadın. Kızı Berfin’in annesi.
“Umut Taksi” ömrünü tamamlarken Necati Akpınar da Yasemin Yalçın Tiyatrosu’nun müdürü olmuş...
Bir televizyon şovunun tam zamanı: “Haşlama Taşlama”nın, “İnce İnce Yasemince”nin. Meşhur kaynana Sürahi Hanım’ın... Ve BKM’nin... 1994 kasımında Mıstık Sineması’nı borç harç Beşiktaş Kültür Merkezi’ne dönüştürüyorlar. Demet Akbağ da katılıyor aralarına ve 24 Şubat 1995’te “Otogargara” oyunuyla açıyorlar perdeyi. Aynı yıl ekranda “Bir Demet Tiyatro” fırtınası başlıyor. Ve mahallenin bıçkın delikanlısı Mükremin Çıtır giriyor hayatımıza tam gaz.
BKM Oyuncuları onun yazdığı ve oynadığı “Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü?”, “Bana Bir Şeyhler Oluyor”, “Haybeden Gerçeküstü Aşk” oyunlarıyla alıp başını giderken, bir yandan da “Ben Mükremin değilim” diye kendi hikayesini anlattığı “Cebimde Kelimeler” adlı stand-up’ına devam ediyor. “Mükremin parayı bulunca boşandı” haberleri de bu dönemde düşüyor ortalığa. Ve ünlü isimlerle aşk hikayeleri... 2006’da evleneceği, oğlu Rodin’in annesi Belçim Bilgin ile tanışana kadar...
BKM bütün oyuncularıyla ekip olarak kabul görürken, yeni sularda yüzmeye karar veriyor Yılmaz Erdoğan: Hakkari’deki evin damında gördüğü hayalleri perdeye yansıtmaya. “Vizontele”, bir fenomen olurken bir dolu repliği de anonim esprilere dönüşüyor, “Nasılsınız inşallah?” ya da “Zeki Müren de bizi görecek mi?” gibi... Ama sinema yazarlarından “tam bir sinema filmi” muamelesi göremiyor. “Vizontele Tuuba”dan sonra yazarlarla ve jürilerle kavgası başlıyor Erdoğan’ın. “Onlar bizim gişede geçtiğimiz seyircisiz filmlere ödül verir” dediği İstanbul Film Festivali seçici kurulunun halinden ancak kendisi jüri üyesi olunca anlıyor. Sinema yazarlarıyla yıldızı ise “Neşeli Hayat” ile barışıyor.
Nuri Bilge Ceylan ile beraber oyunculuğu da kulvar değiştirdi
Üçüncü filmi “Organize İşler”i çekiyor ve duruyor. 2009’da “Neşeli Hayat”la döndüğünde, “Bu süreçte kendimi eğitmekle ilgili çalışmalar yaptım” diyor. Özellikle Robert McKee’nin senaryo kitabı ve Las Vegas’taki semineri, sinemasında bir dönüm noktası oluyor. Artık farklı bir dil denemeye karar veriyor. Ve o güne kadar her komedisinin içine bir tutam hüzün sıkıştıran Erdoğan, bu kez ikisinin atbaşı gittiği bir film yapıyor. Ve daha onu bitirirken “Şairler” diye söz ettiği yeni filminin çalışmalarına başlıyor: 2013’te seyirciyle buluşan, Türkiye’nin Oscar adayı “Kelebeğin Rüyası”.
Ama ondan önce ilk kez kendi yazıp yönetmediği bir filmde karşımıza çıkıyor: Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da”sında. Sadece bizim karşımıza değil, Cannes’ın kırmızı halısına da tabii... Bu, yönetmenliğiyle beraber oyunculuğunun da kulvar değiştirdiğinin habercisi. ‘Mükremin Abi’ artık Türkiye’de bütün oyuncuların birlikte çalışmayı hayal ettiği yönetmenin oyuncusu. Şimdi bir yandan Oscar’a göz kırparken bir yandan Russell Crowe’un Türkiye’de çekeceği filminin oyuncusu olarak görüşmeleri sürdürüyor. Arada Bahman Ghobadi’nin filminde birlikte oynadığı Monica Bellucci’yi evinde ağırlıyor.
Bunun onu Mükremin olarak sevmişleri ne kadar mutlu ettiği tartışılır ama Yılmaz Erdoğan’ın şiirle başlayıp skeçlerle devam eden, yazının her türünden geçip en çok komedide duraklayan, sonunda gene sinemayla da olsa şiire dönen hikayesi, çok da alışık olduklarımıza benzemiyor. Gençliğinde iki ayağıyla da aynı derecede iyi top oynayabilen bir futbolcu olmak istermiş, yetinmiyor tek bir koldan yürümekle. Ve cebinde hâlâ en iyi bildiği kelimeler var.

Haberin Devamı

Yılmaz Erdoğan şiir yazsın mı?

Haberin Devamı

Erdoğan’ın başı “şairliğinden” ötürü de ağrımıştı. “Mükremin şair oldu” demesinler diye ilk şiir kitabı “Kayıp Kentin Yakışıklısı”nı çıkarmak için hayli beklemiş ama buna engel olamamıştı. 2002’de kitapla beraber nurtopu gibi bir polemik konusu doğmuştu edebiyat ve magazin âlemine: Yılmaz Erdoğan şiir yazsın mı, yazmasın mı?
Hilmi Yavuz “Müzikte Sibel Can ne ise şiirde Yılmaz Erdoğan odur” demişti örneğin. Erdoğan yıllar sonra bu konuyu sorduğumda “Samimi olmak gerekirse, her insanın bir şeyi eleştirildiğinde sinirlendiği bir gerçektir” demişti. “Ama şimdi sinirlenmiyorum. Şiir dünyasından hangi şairin kitabında böyle bir popülarite olursa, o bu reaksiyonu alır.”

Haberin Devamı

Yılmaz Erdoğan Cannes Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’la.

Cebinde hâlâ kelimeler var

Demet Akbağ ile oynadıkları “Bir Demet Tiyatro” bir ekran fenomeniydi.

Tiyatronun yerini sinema aldı

Yılmaz Erdoğan epeydir BKM’de sahneyi gençlere bıraktı. Bir süre “Çok Güzel Hareketler” ile onlara hocalık etmiş, hareket alanı sağlamıştı. Şu an Mutfak’tan yetişme çok sayıda genç oyuncu çeşitli film ve dizilerde karşımıza çıkmakta. Ancak bir süredir onun deyimiyle “godik” yetiştirmekten de vazgeçti. Sinema artık bütün zamanını alıyor. BKM de tiyatrodan çok sinema yapan bir yapım şirketine dönüştü.

Ezan ve Gezi tartışmaları

Geçen yıl Film Arası dergisine İran sinemasının kimlik oluşturduğunu, Türkiye sinemasının bunu başaramadığını söylerken sarf ettiği “Biraz bağnaz bir Batıcılık kafası, halkın önüne sunulan yeni bir şeyler uğruna eskiyi tamamen çıkarmak, bir ağacın meyvesinin kökleriyle olan bağını kesmesi anlamına geldi ki, en çok darbeyi de sanat yedi bu yüzden” ve
“Bir yabancı buraya geldiğinde mutlaka bir İstanbul sabahı uyanıyor, ezanı bir çeker. Sen de Batıcı kafalı biri isen ‘bunlar da bizi böyle gösteriyor’ dersin” gibi cümleleri, özellikle bunları söylediği dönem bakımından hükümetle yakın olma çabasına bağlandı. Aynı şekilde Akil İnsanlar’a katıldığı için de eleştirilen Erdoğan, Gezi olayları sırasında “Polis alanlardan çekilmeli. Şiddete derhal son verilmeli. Kiminle ve neyin inatlaşması bu?”, “Hiçbir insaf ve mantık izi taşımayan biber gazı kepazeliğine ebediyen son verilmeli” gibi tweet’ler yazdı.