Yazarlar Bir kayık geliyordu

Bir kayık geliyordu

06.12.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Bir kayık geliyordu

Bir kayık geliyordu

Vasili, biraz sonra onlara çok acıdı, ayağa kalktı, belki onları çağıracaktı, ne yazık ki kayıkları uzaklaşmış, yitmiş gitmişti. Geri dönerlerse onları adaya alırım, dedi kendi kendine. Nasıl olsa gelecekler. Onlar adada çok işe yararlar. Usta kişiler.
Orada, kamış kümelerinin önündeki tümseğin üstünde ne kadar kaldı,neler düşündü, neler kurdu hiç farkında değildi. Hiç bir şey düşünmeden, kurmadan ayağa kalktı, doğru baştaki eve gitti, kapıyı açtı, ambara gitti, ambarda dört tane kilim çuval ağzına kadar doldurulmuş, duvara dayanmış, duruyordu. Tahtalarından dışarıya yağı çıkmış fıçıyı açtı, fıçı zeytinle doluydu. Kapının karşısındaki duvarın dibine konmuş damacanalarda da sapsarı zeytinyağları ışıl ışıldı. İncir, pirinç, biber, tuz, tuzlanıp kurutulmuş balık, mısır, biber, kurutulmuş kabak, patlıcan, büyüklü küçüklü başka yiyeceklerle de doldurulmuş torbalar tahta raflara düzgün sıralanmışlardı. Vasili, bu Tanasi Koçiras da adaya geleceklere tam bir yıllık yiyecek bırakmış, diye güldü, hem de sevindi. Tanasi iyi bir adamdı. Ona göre insanoğlunun hiç bir emeği boşa harcanmamalıydı. Bu zeytinyağı yağ haline gelinceye kadar ne kadar, ne kadar çok emek yemişti.

FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA (14)



Önce zeytin fidesini dikeceksin, yetişmesi için ona bakacaksın, her yıl dibini kazacak havalandıracaksın, yabanileri aşılayacaksın, aşıyı tutturmak için usta bir aşıcı olacaksın, usta bir aşıcı olmak için de yıllar yılı, deneylerden geçecek, sonunda da aşıyı tutturunca sevincinden göklere uçacaksın, sonra da uzun yıllar meyve versin diye bekleyeceksin. Önce, yedinci yılda bir tek ya da üç meyve verecek. İşte o ilk sevincin, ilk göz ağarındır, o ilk zeytini yemeyip bir armağan gibi saklayacaksın. Öteki yıllar yirmi otuz tane kapkara, başparmak büyüklüğünde ışıl ışıl zeytinler alacaksın. Üçüncü yıl sağlıklı genç ağacın ürünü artık sayısızdır ve çok etlidir. Genç ağacın zeytini büyük, parlaktır. Yaşlı ağaçların meyvesiyse küçük, buruşuktur. Meyvesini vermiş, olgunlaştırmış genç ağaç, şöyle uzaktan, insanı görünce kabarır, sevinçten yaprakları ışık gibi açar, titrer. Ya buğday, ya pirinç, ya incir, nar elma, kiraz, şeftali ne emeklerle yetişir. İnsan düşünmeli, elini attığı her zeytin tanesinde, her pirinç, her buğday tanesinde ne kadar, ne çok alın teri, ne kadar çok emek var. Çuvalların üstündeki rafta da üstleri renk renk çiçeklerle işlenmiş büyük kavanozlardakinin ak petekli bal olduğuna Vasilinin gözleri bir türlü inanamıyordu. Bu Tanasi Koçiras deli miydi neydi, bu kadar kavanoz kavanoz ak petekli balı nasıl da bırakıp giderdi? Vasili, Türklerin dediği gibi, anam beni kadir gecesinde doğurmuş, diye düşündü. Sevincinden her şeyi, arkadaşlarının bırakıp gidişlerini, değirmendeki pembe, pullu, genç kız memesi kokan başörtüsünü, Harikliayla yatışını, arkasından da Alikiyle... Bir şehvet nöbetinde çıldırışını, öldürülme, gelecek ilk adamı öldürme korkusunu unutmuş gitmişti. Vasili içini çekti, bu adadan herkes gönderilmeliydi de, bir tek kişi gönderilmemeliydi, o da dünya cömerdi Tanasi Koçiras... Onun yerinde başka bir insan olsaydı, o bal kavanozlarının içine Tanasi ağı koymuştur, diye düşünürdü. Ama insan Tanasi Koçirası tanımışsa, Tanasi Koçiras gibi bir adamın, başkasına ağı vereceğine, böyle bir zorunluğa düştüğünde de ağıyı kendisinin içeceğine inanır ... Sevinçle ambarı kapattı. Evin kapısını da, kendi bildiğince açılmaz hale getirdi, koşarak, adanın kuzeyindeki mağaraya gitti. Kayığı, parası, mavzeri, tabancası, ağları, oltaları, kancası, gönderi, yiyecekleri, nesi var nesi yoksa oradaydı. Saklı mağarayı Karınca Adalılardan başka hemen hemen kimse bilmezdi. Mağaranın ağzında yarları aşan uzun, geniş, kırmızı damarlı bir kaya yükseliyor burada bir mağara var mı yok mu kimse göremiyordu. Mağaranın ağzını kayadan başka bir de böğürtlenler, öteki çalılar örtmüş, mağarayı bütün gözlerden gizlemişti. Küçük kayıklar kolaylıkla içeriye giriyorlar, Vasilinin kayığı gibi kayıklarsa büyük ustalıklar istiyordu mağaraya sokulmak için. Vasili kayığını buraya türlü canbazlıklarla sokmuştu ya, bir de bunu buradan çıkarması vardı.
Yepyeni kayığını mağaradaki kumların üstüne çekmiş, yatağını en dipteki çakıl taşlarının üstüne sermişti. Burada yatılmazdı. Batı burnundaki Dimitronun köşkü üç katlı bir saray gibiydi. Gece gelir onun cihannumasında yatar, gün doğmadan da çıkar giderdi. Yatağını, günlerdir biriktirdiği somunlarından birini aldı, çorbacı Dimitronun evine yollandı, kapı ardına kadar açıktı, bir solukta cihannummaya çıktı, yatağını serdi, aşağıdaki kata indi, bütün odaları dolaştı, sonra öbür katları dolaştı, bakmadık hiç bir yer bırakmadı, köşk tamtakırdı, bir çöp bile bulamadı. Bu çorbacılar, burada on beş evdiler. Her birinin evi bir köşktü, bunlar aylar önce kimseye hiç bir şey söylemeden, allahaısmarladık bile demeden bir gün adadan çekip gitmişler, yitiklere karışmış, imleri timleri belirsiz olmuştu. Acıkmıştı, yarın balık tutarım, diye düşündü. Vasili çınarların altına geldi, eve girdi, ambarın kapısını açtı, kavanozlardan birini aldı, dışarıya çıktı, sedire oturdu, petekli balı hançeriyle alıp somun diliminin üstüne koydu. Bal, ince bir kiraz çiçeği kokusuyla kokuyordu.
Yemeğini bitirdi, çeşmeye gitti, avuçlarıyla su içti. Doğru mağaraya... Tüfeği bir yarık kayanın ardındaydı, oradan aldı. Fişeklikleri kuşandı. Fişeklikler doluydu ve bir tek mermi eksiği bile yoktu. Mavzer de doluydu. Nagantını da doldurmuştu. Belindeki tabanca mermisi fişekliği de doluydu. Bunu, Düzce Çerkezi, yakaladığı namlı bir eşkiyadan almıştı. Sırmaları altın kakmalıydı.
Kayıkta neyi var, neyi yoksa sırtlandı. Yalnız kayıkla, mağaranın duvarının önüne, çakıltaşlarının üstüne konmuş benzin tenekelerine dokunmadı.
Deniz kıyısından kumların üstünden yürüyerek çorbacı Dimitronun evine geldi, merdivenleri üçer üçer atlayarak yukarıya, cihannumaya bir solukta çıktı. Yorganının yüzü yeşil ipektendi. İşlemeliydi. Yastık yüzü de gül işlemeli patiskaydı. Mor menekşe kokuyordu. Döşeği pamuktandı. Yeni hallaç elinden çıkmıştı, kabarıktı. İnsan yatınca içine gömülüyordu. Vasili çarçabuk soyundu, yatağa girdi. Günlerin gerginliği, yorgunluğu, pembe pullu, insanı şehvetten çıldırtan kız memesi kokan başörtüsü onu bitirmişti. Başını yastığa koyar koymaz uyudu.
Tanyerleri ışıdı ışıyacak, keskin uzun uzun öten bir horozun sesiyle uyandı, cihannumadan üçüncü kata indi, deniz ayaklarının ucundan başlıyordu, sütbeyazdı. İncecik dalgalar kıyıya kadar geliyor, kumların üstünde tükeniyordu. Cihannumaya geri çıktı, çuvaldan yarım ekmek, birkaç dilim kaşar peyniri, üç tane kuru incir aldı, mutfağa geçti.Canı bir çay istedi, çaydanlık yoktu, her yeri aradı bir kahve fincanı, bir bakır tas bile bulamadı. Bulsa ne olacaktı, ne çay vardı, ne de şeker. Kendi kendine, ahmak Vasili, ahmak Vasili Atoynatanoğlu, dedi güldü. Yavrum, bu çorbacıların evinde konuk kalıp onları böyle onurlandırırsan, daha başına neler gelecek, bekle bakalım şimdi bu sabah, bu çorbacı domuzunun köşkünde uyanacağına, uyanıp da böyle elaleme rezil, rezili rüsva olacağına, diye, Türkçe, geçirdi aklından, ermiş Tanasinin evinde uyansan da çaylı şekerli, ballı börekli bir kahvaltı yapsaydın nasıl olurdu. Bre Vasili sen bu çorbacılardan insanlara bir iyilik dokunduğunu hiç duydun gördün mü, daha değiş tokuşun kokusunu almadan, hepimiz uykudayken, yuvadan pırrr, kimsenin ruhu duymadan uçup gitmediler mi? Onlar, yaşadıkları sürece, bir kuytuda bitmiş som mavi bir çiçeğe dokunmaya kıyamadan, gözleriyle olsun bir kezcik hiç okşamışlar mıdır, iliklerine kadar sevinçten titreyip, iliklerine kadar bir mavi sevince kesmişler midir? Bir yağmur yeli sonrası, inen iri damlalar dünyayı toprak kokusuna boğmuşken, içleri pır pırr ederek, derin derin bu dünyanın güzel kokusunu ciğerlerinin köküne kadar içlerine çekmiş, şu dünyaya, doğacak güne, toprağı yaran filize, açtı acacak tomurcuğa bir çocuğun kapıp koyverdiği gülüşüne hayran kalmış, yaşama bir kez minnet duymuş, çok şükür dünyaya gelişimize,demişler midir? Şu deniz beyazken bir yaratılışın, ışığın, tanyerlerinin yeliyle birlikte esmesinin güzelliğinde, tadında eriyip, bu tansığa karışıp uçmuş gitmişler midir?

Kahvaltısını yaptı aşağıya indi. Deniz şimdi buradan, aşağıdan değişivermiş, menevişlemişti. Binbir rengin menevişinin coşkusunda çakıltaşlarının üstünden üç çınarlara kadar geldi, barba Tanasinin, gitti kapısını, sıcacık içi sevgiyle dolarak okşadı. "Hay barba Tanasi hay!" dedi, gözleri yaşardı.
Bir süre tümseğin üstünde oturdu, arkasında mor kamışlar hışırdıyor, çınar dalları mor bir aydınlıkta ışıldıyor, deniz menevişini, inceden, uzaktan gelen ışıkların üstüne savuruyordu. Vasili dünyayı hiç bu kadar güzel görmemişti. İnsanlar mı dünyayı çirkinleştiriyor, kirletiyorlardı, acaba? Derinden ürperdi, titredi, menevişli denize gözlerini dikti. Yok, yok, diye, geçirdi içinden, yok, yok, olamaz. İnsan sıcaklığı olmadan bu dünya böyle candan olamaz. İnsan gözleri bu dünyayı böylesine okşamadan, sevmeden bu dünya böyle güzel olamaz. Bu kokular, insanlar kokladıkları için böyle delicesine dünyayı doldurur, bu yıldızlar insanlar baktıkları için bu kadar parlaktırlar, bu denizler insanları sevinçten çıldırtmak için böyle menevişlenirler. Ve bu güzel dünyada, şu doğurgan topraktan, şu kokusu, rengiyle doludizgin açmış çiçekten, tanyerlerinin savrulan ışığından, insanın insanı kucaklayışından, öpüşten, sevinçten, sevdalardan, coşkulardan utanmadan insanlar birbirlerini öldürüyorlar. Ben çok öldürülmüş insan gördüm, ben çok kopmuş kol bacak, paramparça edilmiş, kan içinde bedenler, köpek sürülerinin paylaşmak için birbirlerini parçaladıkları insan ölülerini gördüm. Ben, donmuş, kaskatı kesilmiş, dimdik, gözleri yumruk gibi dışarıya uğramış ölüler gördüm. İniltilerini duydum, yüzlerce insanı... Bu iniltilerin birdenbire kesildiklerini de... Sonra hepsinin gözlerinin pörtlediğini.
Bu güzel dünyanın içinde bunları düşünmemek olmuyor, olmuyor. Barba Tanasi çok savaş, çok ölüm, çok işkence, çok zulüm, çok aç insanlar görmüştü. Nerde bir güzellik görse, bir çiçeğin açısını, bir gün doğuşunu, bir yaprağın tiril tiril edişini, bir insanın taa yürekten ağız dolusu gülüşünü... Utancından elleriyle yüzünü örterdi.
Yerinden kalktı, tepeye yollandı, yeldeğirmeninin önünden geçerken kendini, içeri girmemek için zor tuttu ya oradan da ayrılamadı, değirmenin yöresinde birkaç kez döndü. İçerde, tahtaların üstünde pul pul yanan pembe başörtüsünden yoğun bir kız memesi kokusu fışkırıyor, bu koku onu çıldırtıyordu. Değirmenin yöresini bir kez daha döndü, bu kez daha hızlı... Tepenin başına doğru aldı yatırdı, üstüne çıktığında soluk soluğaydı. Dönerek yöreye baktı. Aşağıdaki koyak sapsarı çiçeğe kesmiş, sapsarı bir ışık bütün hızıyla denize doğru akıyor, denizi, göğü sarıya boğuyordu. Uzaklarda, doğuda batıda, kuzeyde güneyde deniz dümdüz, kırışıksızdı. Karşıdaki Hayırsız Ada mor, keskin bir ışığa batmıştı. Martılar kanatlarını germiş telaşsız, uçmuyormuşçasına, gökyüzünde öyle kıpırtısız birer çaylak gibi, kanatlarını ince esen yele vermişler, öylece duruyorlardı. Şeftaliler, kirazlar çiçeğe batıp çıkmışlar, pembelerini koyvermiş gitmişler, gökyüzünü boyamışlardı. Havada yoğun bir pembelik sallanıyor, pullu başörtüsü de pembelikle birlikte bir bayrak gibi dalgalanıyor, yoğun kadın kokusu şeftalilerin, kirazların, koyaktan çağlayarak akan sarı ışığın kokusuna karışmış dünyaya yayılıyor, deniz uzakta, bomboş uzanmış, sessiz, yer yer ışıklı uzayıp gidiyordu. Bomboş deniz de denize hiç benzemiyordu. Şimdi bir kayık, yırtık kirli yelkenleri olan bir yelkenli, balıkçı tekneleri, denizi yararak, homurdanarak giden bir gemi, kuğu gibi apak bir gemi olsaydı denizin üstünde işte o zaman deniz, deniz gibi bir deniz olurdu. Bu adada bir çocuk olsa, şu aşağıdaki koyakta çocuklar kuşlara zalimcesine tuzak kursalar, kadınlar kızlar mantar toplamağa çıksalar, bir yaşlı kişi eğilip kalka kalka güllerini budasa, bir başkası teknesini kalafatlasa, öteki kayığını boyasa, o zaman insanlarla birlikte kuş sesleri de, öteki sesler de doldururdu dünyayı. Şimdi narlar, büyük, al çiçeklerini açsalar, fora etseler, adayı bir yandan öteki yana kadar dolansalardı, kara, mor, lacivert, küçük küçük ak benekli yılanlar narların altına çekilip gelselerdi. İnsansız hiç bir şeyin tadı yok. Havva anamızla Adem babamız cenneti insansızlıktan dolayı bırakmış olmalılar vre Vasili, diye söylendi, vre oğlum, daha dün bir, bugün iki... Ohhooo, bu kadar çabuk özlersen insanoğlunu yandın, oğlusu... Sonra, burada bir ömür boyu insansız ne yapacaksın? Ürperdi, dolar dedi, dolar yakında bu ada. Dolamaz, diye öfkeden titredi, dolamaz. Çünkü adaya ilk ayak basanı vuracağım.
Tepeden aşağıya sallanarak iniyordu. Deniz hiç değişmiyor, uçan martılar kanatlarını bile sallamıyordu. Bunlar çaylak, şahin olmasınlar, diye düşündü Vasili, martılar telaşlıdır, kanatlarını böyle uzun bir süre sallamadan yapamazlar. Kimbilir, bunlar da ayrı bir martı soyudur belki.
Değirmenin önüne geldi. Durmak istemedi ya, ılık bir yel burnuna yoğun bir kadın kokusu getirdi. Değirmene koştu, aynı hızla merdivenleri çıktı, çıkar çıkmaz da son basamakta zınk, diye durdu.Orada ortada pembe başörtü yoğun kadın, yoğun kız memesi kokusunu daha yoğun yöreye dağıtıp duruyordu, kabarmış, pulları ışıldayarak... Başı döndü, yandaki direğe tutundu, yoksa merdivenden aşağı yuvarlanacak, değirmen taşının üstüne düşecekti.
Dışarıya çıktığında daha başı dönüyordu. Derin bir soluk aldı, yürürken karşısında bir tansık gerçekleşti, bomboş deniz ağzına kadar doldu. Vasili gözlerine inanamadı. Yoğun meme, yoğun kadın, yoğun, kabarmış pullu, pembe başörtüsü kokusu silindi gitti. Karşıda, uzakta bir kayık küreklerini parlata parlata geliyordu. Vasili tepeden tırnağa kadar sevince koştu. Dünya daha da çiçeklendi, daha da aydınladı. İçinden, gelen insanı, kim olursa olsun sıcacık kucaklamak geçti. Hemencecik de, adaya ilk adım atacak adamı kurşunlayacağı aklına düştü, eli ayağı çözüldü, oraya oturuverdi. Gözlerini inip çıkan küreklerden bir türlü alamıyordu. Sevinci öfkeye kesti, yüreği küt küt atmağa başladı. Yakındaki çukurun içine atladı. Çukurun önüne yatmış düz bir kaya parçası onu aşağıdan, denizden bu yana bakanlara karşı saklar, onu kimse göremezdi.