Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı



Pembe Köşk'ün üst katında İsmet Paşa ile Mevhibe Hanım'ın yatak odasında geniş bir yatak ve başucunda da komidin üzerinde eski siyah bir telefon var.
Özden Toker, bize bu "müze ev"i gezdirirken "işte bu telefon..." diyor; "Refik Saydam aradığı gün, bu telefondan konuştular".
O gün İsmet Paşa, ölüm döşeğindeki dostu Atatürk'e bir "veda ziyareti" için bavullarını toplamış, İstanbul'a yola çıkmaya hazırlanıyormuş. Özden Hanım ise hemen yandaki odasında ders çalışıyormuş.
Telefonun çaldığını duymuş.
Telefonu annesi Mevhibe Hanım açmış. Paşa'nın kulakları az işittiği için yüksek sesle, telefondaki konuşmaları İnönü'ye iletiyormuş.
"- O yüzden ben de duydum ve çok iyi hatırlıyorum" diyor Özden Hanım:
"Refik Saydam
'Paşam' diyordu, 'Biz sizin İstanbul'a gitmenizi kesinlikle istemiyoruz. Bunun sizin için tehlikeli olacağını biliyoruz. Eğer gitmeye kalkarsanız ben trenin önüne yatarım, ancak benim üzerimden geçerek gidebilirsiniz'.
Saydam'ın bu sözlerini, Mevhibe Hanım, Paşa'ya iletiyor, İnönü de "Dursun bakalım, düşünürüz" diyordu.
Saydam bunun üzerine koşarak Pembe Köşk'e gelmiş ve aynı yatak odasına çıkmıştı. Erdal İnönü koridordan geçerken içeriden yine aynı sesi duymuştu:
"Paşam, cesedimi çiğnemeden geçemezsiniz!"

Neydi bu telaşın nedeni?
Aylardır Prof. Dr. Bülent Çaplı'yla birlikte bu sorunun yanıtını arıyoruz.
Atatürk ölüm döşeğindeyken başlayan iktidar mücadelesini, "Ata'nın siyasi mirası kime kalacak", "Veliaht kim olacak" arayışlarını ve bu yolda kaynatılan kazanları araştırıyoruz.
Dönemin tanıklarıyla ve uzmanlarla konuşuyoruz, basında çıkan haberleri, yabancı elçiliklerin yazışmalarını inceliyoruz.
Amacımız, "Sarı Zeybek", Dolmabahçe'de son günlerini yaşarken, "o sırada Ankara"da yaşanan taht kavgasını aydınlatabilmek...
Bulduğumuz yanıtların bir kısmını bu gece CNN Türk'te yayımlanacak "Halef" belgeselinde bulacaksınız.
Ancak şurası kesin ki, o döneme ilişkin bilinenler, derin bir buzdağının sadece görünebilen ucu...
Ve biz, dedikoduların ağına düşmeden, 1938 Kasımının atmosferini olabildiğince objektif yansıtmak zorundayız.

O atmosferi anlayabilmek için dönemi iyi tanımak gerekiyor.
Ankara'daki Fransız Büyükelçisi M. Ponsot'un daha 1937 sonunda Paris'e gönderdiği raporlarda "Türk devlet gemisinin aniden motorsuz ve dümensiz kalabileceği" uyarısı yapılıyordu.
Savaşa doğru giden bir dünyanın ortasında Atatürk'süz kalmış bir yeni cumhuriyet, rotasından şaşabilir, liderlik kavgalarıyla bir girdaba saplanabilir miydi?
Türkiye, Rusya'da Lenin'den sonra Troçki'yle Stalin arasında patlak veren ve milyonlarca insanın canına mal olan kanlı hesaplaşmaya benzer bir iç savaşa sürüklenebilir miydi?
Orduya hükmeden Mareşal Fevzi Çakmak ile, polise ve partiye hükmeden İçişleri Bakanı Şükrü Kaya aday olsalar ya da ayrı adayları destekleseler, zaten krizden dolayı mağdur olmuş kitleler birbirine girebilir miydi?
Bunların hepsi mümkündü.
Ancak hiçbiri olmadı.
Bir tek şey sayesinde:
Dönemin liderlerinin sağduyusu...

O günlerin karmaşası içinde Ankara'da ne gibi pazarlıklar döndüğünü tam bilmiyoruz. Ancak kimi anılar, kimi tanıklıklar, kimi belgeler bu geçişin hiç de sanıldığı kadar sancısız olmadığını ortaya koyuyor.
Tablo kabaca şu:
Bir yanda İkinci Dünya Savaşı'nın ayak sesleri, Hitler, Mussolini...
Öte yanda Hatay sorunu yüzünden neredeyse Atatürk'ün ölümünü bekleyen bir Fransa,
İngiliz istihbarat raporlarına göre yurtdışında Atatürk'e suikast hazırlığında olan ve ondan sonra saltanatı yeniden kurmayı ümit eden Hanedan mensupları,
Atatürk'ün yakın çevresinde İnönü'den nefret eden "mutad zevat",
Pembe Köşk'te gelişmeleri uzaktan izleyen İsmet Paşa,
Sürekli nabzı yoklanan Genelkurmay Başkanı Mareşal Çakmak,
Ve devlet katarını bu mayınlı tarladan kazasız belasız geçirebilmek için çaba sarf eden Celal Bayar...

İşte Refik Saydam böyle bir dönemde Pembe Köşk'e koşturarak "Cesedimi çiğnemeden geçemezsiniz" diyordu.
Ona göre Atatürk'ten sonra yerine İnönü'nün geçişinin kaçınılmaz olduğunu görenler, bunu önlemenin tek yolunu onu ortadan kaldırmakta bulmuşlardı.
Hatta söylentiye göre tetiği çekecek elin sahibi bile belirlenmişti.
İnönü'nün yakın çevresi, daha önce metresini kurşunlamasıyla adını duyuran bir milletvekilinin, Recep Zühtü'nün bu işe soyunduğundan kuşkuluydular.
Hazırlanan tertibi, o gün İsmet Paşa'ya ayrıntılarıyla anlattılar.
Bavulları çoktan trene yüklenmiş olan İsmet Paşa bunları dinledikten sonra uzun uzun düşündü. Ve sonunda gitmemeye karar verdi.

Gerçekten böyle bir tertip var mıydı?
Konuştuğumuz tanıkların çoğu bunu doğruluyorlar.
Bildiklerini bu belgeselde ilk kez anlatan Mareşal'in yeğeni Adnan Çakmak, "İnönü'nün hayatından endişe ediliyordu. O yüzden Mareşal, onu hiç sevmemesine rağmen evini koruma altına aldırdı" diyor.
Bir başka "İnönü muhalifi", Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ın torunu Sevin Zorlu, "Dedem, İnönü'nün başına bir iş gelmesin diye kendisini Washington'a göndermek istedi" yorumunu yapıyor.
Daha da ötesi, asıl sorunun Atatürk'ün İnönü'ye duyduğu öfke olduğunu, bu öfkenin yol açabileceği sonuçlardan İsmet Paşa'Aras'ın kurtardığını öne sürüyor. Atatürk'ün vasiyetinde İnönü'nün çocuklarına yüksek öğrenimleri için "muhtaç olacakları" yardımı yapmasını buna yoruyor.

O dönemki tertibi asıl doğrulayan ifade ise İnönü'ye ait:
İsmet Paşa, yıllar sonra o günleri ve yakınlarının kendisini İstanbul gezisinden vazgeçirme çabalarını anlatırken "Maalesef onlar haklı çıktılar" diyor.
Bu heyecan dolu öyküyü, Gönül Özkam'ın titiz araştırmasına dayanarak, Bülent Özkam'ın yerli ve yabancı arşivlerden derlediği birbirinden ilginç görüntülerle, Emre Irmak'ın özel müziği ve Ayhan Demir'in montajıyla izleyeceksiniz.
Ve belki de sonunda, bu zorlu krizin bu kadar ustaca atlatılmasında rol oynayan herkes için dua edeceksiniz.

Ömür boyu Atatürk'ü izlemiş olan yaveri Salih Bozok, bu son yolculukta da ona eşlik etme kararını o günlerde almıştı. Çevresindeki doktorlara amacını belli etmeden "en iyi intihar yöntemi"ni sormuştu.
"- Silahla" demişti doktorlar.
"- Peki kalbe sıkmak mı daha etkili olur, beyne mi" diye sormuştu;
"- Kalbe" demişlerdi. Beyinde, hayatta kalma ihtimali vardı çünkü...
Bunun üzerine o an geldiğinde şaşırmamak için kalbinin üzerinde vuracağı noktayı tentürdiyotla işaretlemişti.
Artık hazırdı.
Son tetiği çekmeden 17 yaşındaki oğlunu çağırıp kararını şöyle açıkladı:
"'Bak Muzaffer!.. Artık şakası yok. Atatürk ölüyor. Eğer Atatürk ölürse, ben de hayatıma son vereceğim. Artık koca adam oldun, annene sen bakacaksın..."
Muzaffer,
gözyaşları içinde ve bitik bir vaziyette eve döndü.

10 Kasım yaklaşırken Başbakan Bayar'ın en büyük endişesi, Meclis içinde bir hizipleşme olasılığıydı.
O bundan kuşkulanırken İnönü'nün seçilmesi için bir cemiyet kurduğu söylenenlerden Emin Sazak "Milletvekili arkadaşlarım adına konuşmaya geldim" diyerek içeri girdi ve Bayar'a "Cumhurbaşkanı kim olacak" diye sordu.
O an Başbakan Bayar gitti, "İttihatçı Bayar" geldi ve şu cevabı verdi:
"Cumhurbaşkanı'nı Meclis seçecektir. Bu prensibe aykırı hareket eden babam mezardan çıksa, onu asarım. Ve size de söylüyorum, hizipleşmek, bunun etrafında mesele çıkarmaya çalışmak isteyenlere karşı hareketim, kim olursa olsun, evvela asmak, sonra muhakeme etmektir."

Dönemin en ilginç görüşmelerinden biri de İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak arasında yaşandı.
Kaya, ordunun bu seçimde ağırlık koyup koymayacağını merak ediyor, Mareşal'in nabzını ölçmeye çalışıyordu. Bir toplantıda bu konuyu gündeme getirip sorunca tokat gibi bir yanıt aldı:
"Bir ordu kumandanı çıkıp Meclis'in seçimine müdahale ederse kendi elimle gider orada vururum onu..."
Şükrü Kaya, emin olmak için alaycı bir dille "Ya Meclis, Satı Kadın'ı cumhurbaşkanı seçerse..." diye sordu.
Satı Kadın, kendi halinde bir milletvekiliydi.
Ama Mareşal'in yanıtı yine değişmedi:
"Eğer Meclis, hiç bir müdahale olmadan Satı Kadın'ı reisicumhur yaparsa ben ona itaat ederim."

"Saray ferad - ı figan içinde... Tıpkı tarihte gördüğümüz gibi bir tarafta Padişah'ın hasıra sarılmış cenazesi, diğer tarafta kılıç alayı merasimi hazırlıkları gibi bir hava esiyor. Bir tarafta Aziz Atatürk ölüm döşeğinde sakin, çenesi bağlanmış yatıyor; diğer tarafta herkes yeni açılacak devre göre vaziyetini sağlamlaştırmaya koşuyor, bununla uğraşıyor. Ankara'da reisicumhur seçimi, heyeti vekile intihabı var. Sarayı ne arayan, ne soran kalmış. Bu elim manzaraya isyan etmemek kabil değil. Başvekalet'i aradık. Bu acı hal ve manzarayı Celal Bayar'a intikal ettirdik. Bir saat sonra ordu müfettişlerinin cenaze merasimi hazırlıklarına memur edildiği bildirildi. Subaylar Atatürk'e tazim nöbeti tutmaya başladı".

Atatürk’ün Dolmabahçe’de yaşam savaşı verdiği sırada Ankara’da başlayan veliaht arayışını işleyen ve Cumhuriyetin ilk krizini nasıl atlattığını belgeleyen "Halef" belgeselini Can Dündar ve Bülent Çaplı hazırladı. Müziklerini Emre Irmak, araştırmasını Gönül Akpınar yaptı, görüntüleri Bülent Özkan derledi. Çekimleri ise Yusuf Akçura üstlendi. Yapım, bugün 21.10’da CNN TÜRK’te ekrana gelecek.