Cemil Ertem

Cemil Ertem

dr.cemilertem@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Brezilya’da Dilma Rousseff iktidarı, tam şu sıralar, bir kuşatma altında. Rousseff, kendisine yönelik kuşatmayı ve buna bağlı yargı darbesinin boyutunu anladığında, belki de iş işten çoktan geçmişti. Ancak hem Rousseff hem de Lula dönemleri Brezilya’da çok önemli kazanımlarla geçildi. Brezilya ekonomisi, bütün bu süreçte tıptı Türkiye’de olduğu gibi, güçlü bir orta sınıf oluşturdu ve bozuk gelir dağılımı önemli ölçüde düzeltildi. Tam anlamıyla olmasa bile, mali piyasalar nispi bir istikrara kavuştu. Brezilya, 1998 krizinden sonra sabit kur rejiminden çıkarak 1999 yılında, Türkiye’nin 2001 sonrası yaptığı gibi, dalgalı kur rejimine geçmişti.
Dışa açık, rekabetçi yeni bir sanayinin oluşmasında bu adımın büyük katkısı olmuş ve Lula iktidarları da ekonomiyi, politik iniş çıkışlarda sallanmayacak sağlam bir zemine oturtmuştur. Bugün Brezilya ekonomisi, düşen emtia fiyatlarına ve küresel daralmaya rağmen doksanlı yıllarda olduğu gibi kendi içsel krizini üretmiyor, daha da ötesi, Rousseff iktidarına karşı yapılan ve “içeriden” gelen her türlü komploya rağmen Brezilya ekonomisi, kazanımları koruyarak bu siyasi kaostan çok etkilenmiyor. Küresel zorluklar yanında “içeride” yaşananların ekonomiye etkisi marjinal düzeyde kalıyor.
2008 yılı...
Bu gerçek, bugün Türkiye için Brezilya’dan daha fazla geçerlidir.
Türkiye ekonomisi de 2001 krizinden sonra serbest kur rejimine geçmiş ve mali alandan başlamak üzere, yeni sağlam bir ekonominin temellerini atmıştır. Bu ekonomi, özellikle 2008 yılından sonra, Erdoğan’ın IMF’li süreci bitirmesi ve yeni, özgün bir kalkınma yolunu işaret etmesiyle, daha sağlam temeller üzerine oturmuş ve bugün başta savunma sanayii olmak üzere, enerji gibi temel alanlarda kalıcı adımlar atılmış ve kendi kaynaklarını, teknolojisi oluşturma yoluna girilmiştir. Şimdi Türkiye’de ekonomi, AB krizine ve Ortadoğu’daki iç savaşlara, terör saldırılarına rağmen, bu sağlam temel sayesinde, gelişmiş ülkeler krizinden olumlu olarak ayrışarak yoluna devam ediyor. Türkiye ekonomisi, 2001 krizinde olduğu gibi, artık siyasi çalkantıları bahane ederek kriz oluşturacak bir ekonomi değildir.
2001 yılı...
Bunu görmek için o günleri hatırlamak yeter: 2001 krizine gidilirken 57. hükümetin akıl hocaları Stanley Fischer, IMF Türkiye masası şefi Coterelli gibi isimlerdi. Zaten IMF krizle birlikte hemen Türkiye’ye çöreklendi. Ancak esas sorun tam da “içeride” idi; 9 Aralık 1999’da Merkez Bankası kur çıpası uygulamasına geçmiş yani kur için bir fiyat taahhüdü içeren sistemi kabul etmişti.
Bu sistem aslında bir nevi ‘Para Kurulu’ uygulaması idi. Kısaca şöyle; yerel para güçlü paraya (dönemin rezerv parası) sabitleniyor, dışarıdan döviz talebi olduğunda bu sabitlenmiş kurdan satış yapacaksınız ki ‘yabancılar’ zarar etmesin, sonra merkez bankası yalnız net döviz girişi olduğunda kredi genişlemesi oluşturabilecek, yani merkez bankasının banka sistemini düzenlemesi, kaynaklarınızı şuraya yönlendir demesi mümkün değil. Bağımsız merkez bankası mı dediniz?
Tabii Merkez Bankası’nın döviz rezervleri güçlü olacak. Durmadan temel rezerv parayı alacaksınız. Temel rezerv para ise Para Kurulu’nun ortaya çıktığı 1800’lerde İngiliz Sterlini şimdi ABD Doları. Para Kurulu sistemindeki mekanizma çok tanıdık aslında; piyasa dışı koşullarda belirlenen kur (tabii faiz), bunun sonucunda gereksiz değerli yerel para, yüksek faiz, durmadan borçlanan bir ekonomi, artan ithalat, düşen ihracat... Tabii ki çürük ve yağmayı kolaylaştıran bir banka sistemi ve çakma, dışarıya teknolojik olarak bağımlı bir sanayi yapısı da buna eşlik ediyor.
İstikrarın nedeni...
İşte Türkiye yıllardır böyle soyuldu... Bu soygun mekanizması, en çok 1994 krizi, 28 Şubat süreci ve 2001 krizine giden yolda ayyuka çıktı. Türkiye, 2001 krizi sonrası bu soygun mekanizmasını yürüten siyasi yapıyı tasfiye etme sürecine girdi, bu tarihi bir fırsattı ama Kemal Derviş’le empoze edilen ve ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş’ adı verilen ekonomik paradigmayı, özellikle 2008’e kadar tam anlamıyla ortadan kaldıramadı... 2008’de Erdoğan’ın inisiyatifiyle IMF ile 20. stand-by anlaşmasının olmaması bir milattı ama özellikle 2012’den itibaren Türkiye, yukarıda anlattığımız mekanizmaya geri dönmeye başladı. Yine de bugün geldiğimiz nokta çok önemlidir ve ekonomi yeni bir büyüme ve kalkınma yolu için objektif şartları barındırmaktadır. Hiç şüphesiz, burada daha kararlı adımlar atılacaktır. Bugün kendi krizini üretmeyen bir ekonomiye sahipsek bunu, hiç şüphesiz ki 2008 yılındaki güçlü siyasi iradeye borçluyuz...