Ben İstanbul’u galiba uzaktan sevenlerdenim. İstanbul’da olmaktan keyif alıyorum, her gittiğimde yeni bir yerini keşfetmenin müthiş hazzını yaşıyorum.
Ama birkaç gün, bir haftaya uzadığında bu sefer trafiğe takıyorsunuz ya da yedi tepeli bu büyük kentin değişik sorunlarına...
Yine de arada bir İstanbul’a gitmek güzel oluyor.
Son seyahatlerimden birinde kaldığım yerden havaalanına gitmek üzere yola çıktık.
Deniz tarafından gitmek her zaman daha hoşuma gidiyor.
Boğazın o eşsiz güzelliğini içimize sindire sindire...
Bir pazar günüydü.
Hava gerçekten güzeldi; sokaklar, caddeler insan yığınıydı.
Ve...
Havaalanına kadar gidene kadar yükselen bir duman...
Daha doğrusu mangal dumanı ve et kokuları...
Abartmadan söylüyorum.
Kilometrelerce aynı manzara...
Çoluk çocuk toplanılmış arabalara binilmiş, kentin ortasında piknik manzaraları...
Keneye filan aldıran yok...
Etler mangalda, İstanbul’u düşünen filan yok...
O hafta Fransa’da yayınlanan gazetelerden birinde İstanbul ve Anadolu insanıyla ilgili bir makale yayınlanmıştı.
Benim gözlemlerimin aynısının Fransız editör tarafından da yapıldığını fark ettim.
Kentin ortasında yükselen mangal kokusu...
* * *
İzmir’e geldik. Aynı manzara...
Melez’de, Narlıdere’de, Urla’da...
İnsanlar tatil günlerinde ailesiyle çıkıp bir yerlerde yemek yiyemezler mi?
Yiyebilirler...
Dünyanın her yerinde yiyebilirler.
Ama böyle başıbozukluk olmaz.
Sadece İstanbul’da, İzmir’de değil; Türkiye’nin birçok yerinde aynı fotoğraf...
Daha da önemlisi...
Son iki haftada yaşadığımız orman yangınları...
Gidin Gümüldür’e; Özdere’deki Kalemlik bölgesine...
Kuşadası’na, Marmaris’e, Datça’ya...
Her “Orman yangını...” dendiğinde ödüm kopuyor.
* * *
Ailecek mangal yakacağız, et çevireceğiz, diye güzelim ormanlarımızı heba mı edeceğiz.
Bir yanda kentin merkezini kebapçı haline getirenler, bir yanda en az yüzyıl gereken ormanları piknik uğruna tehlikeye atanlar...
Bu gidişata bir dur diyecek yok mudur?