Düşünenlerin Düşüncesi

Düşünenlerin Düşüncesi

dusunce@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Nihayet İngiltere’nin aylar süren AB referandum süreci bitti. Sonuç ne olursa olsun, seçim sürecinin kendisi hem İngiltere’de hem AB’de uzun süre silinmeyecek izler bıraktı. İngiltere ilk defa bu denli tutkulu ve polarize edilmiş bir siyasi sürecin topluma da yansımalarını yaşadı. AB de önündeki kaçınılmaz reform sürecine bu acımasız sorgulamadan sonra daha yakınlaştı. Anlaşılan şu ki Brexit’ten sonra AB’de ciddi bir özeleştiri ve silkelenme olacaktır ama İngiltere’nin kararı kalmak olsaydı, bu silkelenme gene olacaktı ama sert bir yumruk yerine hafif bir tokat olacaktı sadece. Fransa’nın BM Büyükelçisi’nin açıklamasına göre, Brexit olsun ya da olmasın, yarın İngilizler Brüksel’e ellerinde bir talepler listesiyle gene çıka gelirler ve bu kriz devam eder demişti. Kriz aslında şimdi başlıyor.

AB tartışılmadı

Bundan sonra ne olacağını anlamak için, önce İngiltere’yi referanduma götüren sebepleri anlamak lazım. İngiltere Başbakanı Cameron’un referanduma gitme sebebi müzakereler sonunda AB ile İngiltere arasında şubat ayında varılan anlaşmanın esasen İngiltere’nin istediği çizgide bir AB reformu ve kendi üyeliği hakkındaki ayrıcalıklarını kapsadığını ve bu yüzden reform olmuş bir AB’de İngiltere’nin kalabileceğini öne sürmesiydi. Brexitçiler ise anlaşmanın yetersiz olduğunu savundular ve ancak çıkarak AB’nin ciddi bir reform sürecine gireceğini ve İngiltere’nin de istediği ayrıcalıklı bir üyeliği dayatabileceklerini söylediler. Ama şu var ki iki taraf da kampanyaları ilerledikçe referandumun esas sebebi olan AB’nin reformundan uzaklaştılar. Onun yerine, kalalım kampanyasının taraftarlarının odak konusunu tamamen Brexit’in İngiliz ekonomisine olacak olumsuz etkilerine dayatırken, çıkalım diyenler ise Avrupa’nın bir uluslar-üstü bir devlet olduğunu söyleyip AB’nin esas problemlerine değinmeden, göç konusunu ırkçı söylemlere gidecek kadar odak noktası haline getirdiler. Fakat ikisi de AB’nin problematik yapısı ve AB’nin nasıl reform edilmesi üzerinde tartışmadılar. Sonuçta çok basite indirgenmiş bir kampanya oldu.

AB’nin ana probleminin esasen antidemokratik bir kurum olmasından kaynaklanıyor çünkü AB’nin kanunları ve politikaları hep kapalı kapılar ardında şekilleniyor ve bunlar genellikle üye ülkelerin bakanları ve bürokratlarından oluşan toplantılarda oluyor. AB’nin direkt AB vatandaşlarına sorumlu olan tek kurumu Avrupa Parlamentosu ama Avrupa Parlamentosu’nun da seçimlerine katılım oranı çok düşük.
Aslında AB’nin daha şeffaf karar alma mekanizmaları olmalı ve ulusal politikalarla daha bağlantılı olmalı. Bu hafta Amerika’daki Atlantik Konseyi’nin uzmanlarının yayımladığı bir makaleye göre, Avrupa toplumlarında AB’nin aslında demokratik bir kurum olmadığı algısı var. AB’nin normal vatandaşlardan uzaklaşmasının bir sebebi de AB mevzuatı ve düzenleyici politikaları gereğinden fazla detaylı ve esnekliğe müsaade etmeyecek şekilde katı olmasından kaynaklanıyor. Detaylı ve gereksiz düzenlemeler ise israfa ve zaman kaybına yol açıyor.

Çelişkilerle doluydu

Çelişkiler dolu bu kampanya da AB’de kalalım taraftarları, çıkalım taraftarlarını ırkçılıkla suçluyorlar, fakat AB’nin şu andaki göçmen politikasının da aslında ırkçı bir politika olduğunu gözden kaçırıyorlar. İngiltere’de kalalım kampanyasının aşırı sağ kanadının ortaya AB’deki muadilleri gibi popülizmle taraftar toplamalarına karşılık bunu dengeleyecek güçlü bir sol ne İngiltere de ne de AB de mevcut. Cameron referandum öncesi çıksak İngiltere’ye bir şey olmaz derken referanduma yakın, çıkarsak ekonomik felaket olur demesi nasıl bir başka çelişkiyse, Çıkalım kampanyasının Türkiye’nin AB’ye girişini bahane etmesine karşı Cameron’un Türkiye’nin ‘3000 yılına kadar’ daha giremeyeceğini söylemesi de başka bir çelişkiydi.

Siyasi elit sorunu

Bu çelişkiler iki tarafında kampanyasını olumsuz etkiledi. Sağ ırkçı söylem ve milletvekili Jo Cox’un aşırı sağ taraftarı biri tarafından öldürülmesi ise Brexit oy oranının anketlerde düşmesine sebep olmuştu.

Bütün bunlar esasen referandumun asıl konusunun dağılmasına sebep oldu. AB esasen fikir babası Jean Monet’nin kurucuları arasında olduğu, 2’nci Dünya Savaşı sonrası kurulan liberal ve transatlantik bazlı Dünya düzeninin önemli bir parçasıydı. Avrupa savaş sonrası kalkınacak ve kurulan liberal küresel ekonomi ve kurumlarının ana destekçisi olacaktı. 1914’te Almanya gibi cezalandırılan devlet yerine yeni ve entegre olmuş bir Avrupa’da yeni ve üretken bir kimliğe kavuşacaktı. Entegre olmuş bir Avrupa, asırlardır süren bir savaş sisteminden bir barış sistemine dönüştürülüp, dünyanın diğer bölgelerine bir örnek teşkil edecekti. İlkeler ise ekonomik ve askeri güç kadar önemliydi ve liberal düzenin demokrasi, insan hakları ve serbest rekabetçi ekonomiler üzerine inşa edilen ilke ve hedeflerin arkasında, AB’nin esası ulus-devlet ötesi insanların birleşmesiydi. Halbuki bugün ortaya çıkan AB tablosunda siyasi elitlerin halklarından kopması oldu ve siyasi elitlerin AB üzerinden kendi aralarında anlaşmalarla güçlerini sağlamlaştırmalarına yarayan bir kurum ortaya çıktı.

Hantal mekanizma

Bu problemi gayet iyi gören bir grup sol görüşlü entelektüel AB’nin tekrar özüne dönüp milletleri kapsayan bir uluslararası proje olması için İngiltere’nin AB’den çıkması gerektiğini ve AB’nin şimdiki haliyle devam edemeyeceğini ve AB’nin yeniden yapılanması gerektiğini savundular. Tabii burada tek yanıldıkları konu AB’nin orijinalde gerçekten milletleri kapsayan bir ulus ötesi bir proje olduğuna naif bir şekilde inanmaları. İngiltere’deki karar alıcılar buna hiçbir zaman inanmadıkları için AB’nin bir siyasi birlik olmaması gerektiğini savundular. Brexitçiler zaten İngiltere’nin aslında bir ortak pazara girdiğini ve hiçbir zaman bir siyasi birliğin bir parçası olmak için AB’ye girmediklerini savunurlar. Siyasi birlik ise ilk 1991’deki Maastricht anlaşmasından bu yana yapılan bütün AB anlaşmalarında şekilden şekle girerek, amacını kaybetmiş, kimsenin nasıl işlediğini anlamayan, hantal bir mekanizmaya dönmüştür. Bu yüzdendir ki Brexit’in öncüsü eski Londra Belediye başkanı Boris Johnson ancak hayır dersek ve çıkmak için oy verirsek AB bizi dinler ve bu yeni bir AB-İngiltere ilişkisinin zeminini kurar ve yeni bir AB-İngiltere anlaşmasında, İngiltere kendini AB’nin ulus-üstü bütün unsurlarının dışında bırakabilir tezini savunmuştu. Burada Johnson ve sol görüşlü entelektüellerin yapıcı bir AB inşa etmek için mevcut AB’nin yıkılıp yeniden inşa edilmesini savunmalarıdır. Cameron ise yıkmadan küçük tadilatlarla değişim getirmeyi önermişti. Sonuç itibarıyla, AB reformu kaçınılmazdır. İngiltere’nin kararı sadece olması gerekeni tetiklemiştir. Her ne kadar bugünkü AB 1955’te kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na benzemiyorsa, bugünkü dünyanın da şartları ve öncelikleri de 1955’tekinden çok farklıdır.

Prof. Gülnur Aybet

Brexit’ten sonra AB’nin kaçınılmaz reformu


Prof. Gülnur Aybet, Bahçeşehir Üniversite’sinde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı ve BAUCESS Güvenlik Çalışmaları Merkezi Direktörü’dür. Öğretim üyesi olarak İngiltere’de Kent Üniversitesi’nde 2001-2013 yılları arasında görev yaptı ve burada Uluslararası Güvenlik mastır programını kurdu ve yönetti.
NATO, Dışişleri Bakanlığı, İngiliz Akademisi (British Academy) ve TÜBİTAK için birçok araştırma projesinin yöneticiliğini yapan Gülnur Aybet, Oxford Üniversitesi St Antony’s College, Johns Hopkins Üniversitesi, Woodrow Wilson Center gibi uluslararası akademik kurumlarda misafir araştırma görevlisi olarak çalışmıştır ve NATO, AB gibi uluslararası örgütlere ve birçok devlet kurumlarına da uluslararası güvenlik konularında danışmanlık yapmış ve uluslararası medyada (özellikle BBC, Channel 4 ve Al Jazeera) güncel konuların analizini yapmakla tanınmıştır. Prof. Aybet lisans derecesini (BA Hons Ekonomi ve Kamu Yönetimi) İngiltere’de Londra Üniversitesi’nden, Yüksek Lisans (MSc Uluslararası İlişkiler) Southampton Üniversitesi, ikinci Yüksek Lisans (M. Phil Savaş Bilimleri) Londra Üniversitesi ve doktorasını (Uluslararası İlişkiler) yine İngiltere’de Nottingham Üniversitesi’nden almıştır.