Yazarlar Eline sağlık diyememek

Eline sağlık diyememek

17.09.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Eline sağlık diyememek

Eline sağlık diyememek


       Coşkun Aral, hayatımdaki, çok sevdiğimi göğsümü gere gere söyleyebileceğim üç-beş kişiden biridir. Onu tanıdığımda, birlikte çalışmaya başladığımda o, 20'li yaşlarının başındaydı ve ilk günden itibaren o, "benim" olmuştu... Kardeşim, dostum, arkadaşım, güvendiğim meslekdaşım, yani "benim"...
       Onu çok seviyorum, çünkü o, hiç değişmedi, değişse de hep iyiliğe güzelliğe doğru değişti. Şan, şöhret, çıkar çarklarına hiç kapılmadı. Onun ne kadar gözüpek, ne kadar ölümden korkmayan, ne kadar cesur bir savaş fotografçısı olduğu beni pek ilgilendirmiyor; onun dürüst, doğal, sakin, alçakgönüllü kişiliği beni ilgilendiriyor ve evet, bunun için onu seviyorum.
       Onu geçen gün, "Sözün Bittiği Yer" adlı fotograf kitabının tanıtım gecesinde gördüm. Darphane'de, nefis serin bir akşamda, sevdiğimiz dostlarla, çok güzel başladı akşam. Sonra ekranda Coşkun'un kamerasının yakaladıkları görünmeye başladı... Savaşlar, silahlar, akan kanlar, kesik kollar, kafalar...
       Öylece durduk hepimiz... Sustuk, söyleyecek söz bulamadık... Hepimiz utandık... Belki de hiç savaşmadığımız ve savaşmayacağımız halde kendimizi suçladık... Hepimiz, biz bu dünyanın bir parçasıyız dedik, sarsıldık...
       Sonra da zaten kapkaranlık parktan, fısıl fısıl konuşarak, kaçarcasına uzaklaştık.
       Kitabı yayınlayan OM Yayınları'nın sorumlusu Nevzat Çelik hislerimize tercüman oluyor: "İran'dan Kosova'ya, Kamboçya'dan Ruanda'ya, yüz karası savaşların, katliamların fotograflarını çekmiş Coşkun. Karşımızda deklanşöre basılıp, dondurulmuş kareler durmuyor. Kan akıyor, akmakla da kalmayıp üzerimize sıçrıyor.
       Fotograflar unutmuyor, unutturmuyor. Coşkun öyle bir belge oluşturdu ki, bu belleğimiz oluyor. Bir kez daha bizi insanlığımızla baş başa bırakıyor. Utanıyoruz, eziliyoruz... Öyle şeyler çekmiş ki Coşkun, insan 'eline sağlık' diyemiyor... Fotograflar bizi susturuyor... Bütün bu savaşları biz çıkarmıyoruz, üstelik çıkaranları ve niçin çıkardıklarını biliyoruz ama yine de utanıyoruz kendimizden.."
       Çetin Altan yazısında şu örnekleri veriyor: "Sözün Bittiği Yer, insanlık için söylenmiş iki ünlü sözü anımsattı bana... Biri Çinliler ait: 'Neden birbirimizi öldürüp dururuz, biraz beklesek, zaten kendiliğimizden öleceğiz.' Öteki de Fransız ozanı François Coppee'nin: 'Söylemeye gerek yok, insanlık biraz da ahmakça.'
       Coşkun, her şeye rağmen iyimser. "Bilgi arttıkça savaşlar azalacak. Bilgi belgeye dönüşecek, bilgeler oluşacak. Örneğin savaş harcamalarındaki bazı düşüşler gelecek için umut veriyor. Son yıllarda savunma güçlerinde, silah sayısında bir gerileme var. 95 yılından sonra savaşlara halkın katılımında düşme olmuş. Mesela Keşmir'deki savaşta milis bulunamıyor. Silah var, para var ama kullanacak adam azalıyor. Bin yıldan beri savaşlarda ölen 147 milyon insanın tek tek öyküsü bile bu yaşlı dünyanın en büyük ayıbı değil mi?
       Bugün dünyanın birçok yerinde 30'dan fazla savaş var. Üstelik, bunların görüntülerini rahat koltuklarımızda otururken anında seyredebiliyor, ölenlerin yüzde 80'inin sivil, bunların önemli bir bölümünün kadın ve çocuk olduğu bu savaş görüntülerinden sıkıldığımızda ise televizyonumuzun düğmesini kapatabiliyoruz. Sonra da her şeyi unutmak istyoruz. Sadece 10 yıldaki çatışmalarda 1.5 milyon çocuğun öldüğü, 4 milyonunun sakat kaldığı, 10 milyondan fazlasının psikolojik travmalar yaşamakta olduğu aklımıza bile gelmiyor.
       O zaman, savaşların nedenleri ne? Kimler, niçin yaratıyor bu savaşları? Bernard Shaw'un o çok güzel ifadesiyle bunlar, 'her savaştan sonra yeni bir dünya kurmaya kalkanlar, bir balıkçı tezgahını bile yönetemeyecek olanlar' mı acaba?"
       Evet Coşkun, bu sözü bizler şöyle söylüyoruz: "Birkaç beceriksiz, hasta ruhlu insan yüzünden tüm dünyada kan akıyor." Kimse bizim dediğimizle ilgilenmiyor. Bernard Shaw bunu çok güzel söylüyor, herkes ilgileniyor da ne oluyor?
       Ben de Nevzat Çelik gibi "eline sağlık" diyemiyorum ama emeğine sağlık benim güzel arkadaşım. Dilerim ileride yalnızca mutlulukların fotograflarını çekersin.

Ev işçisi gelinler

Iğdır'da 13 yaşındaki erkek çocuk, 14 yaşındaki kız çocukla evlendirildi. Oğlanın babası, sanki çok normal şeyler söylüyormuş gibi, şöyle dedi: "Emrah'ı erken evlendirmemin sebebi, gelini başkalarının almaması ve çocuğumun mürüvvetini erken görmek istemem. Ayrıca eşim hasta ve çocuklara bakamıyor, evin işlerini görecek bir geline ihtiyacımız vardı, çok mutluyum."
       Damat da şöyle dedi: "Beşinci sınıftayım, eşim Bahar okumuyor. Ben de okuldan sonra çakmaklara gaz doldurarak aileme yardım ediyorum."
       İşte size bir Türkiye özeti... Ve bu dramı yalnızca Bahar ile Emrah yaşamıyor. Öyle çok öyle çok ki Bahar'lar Emrah'lar...
       Kız çocuğu okumuyor... Oğlan çocuğu şimdilik okuyor ama tatillerinde çakmaklara gaz dolduruyor. Aileler çocukları zaten bunun için doğuruyor. Ayakkabı boyasınlar, mendil satsınlar, cam silsinler ya da üç beş kuruşa erkeğe satılsınlar da aileye para getirsinler diye onlarca çocuk yapıyor.
       Aileler oğullarını neden evlendiriyor? Artık evin kadını yaşlandığından, çocukların bakımıyla, ev işleriyle uğraşamadığından, yanına bir yardımcı işçi gerekiyor, işte bu işçinin adı da gelin oluyor.
       Bahar gelinin düğün sırasındaki aile fotografını gördüm... Herkes gülüyordu, bir onun yüzü asıktı, hem de nasıl asıktı... Hani çocukluğun verdiği sevinçle, hayatın merkezi olduğu o tek anda, düğün eğlencesinde bile gülememişti. Dokunsan ağlayacak gibiydi ve belki de ağlamıştı. O şimdi hiç tanımadığı bir akraba çocuğuyla evlenmişti ve onun evine çalıştırılmak üzere yola çıkıyordu. Zaten kendi evinde de çalışıyordu ama şimdi hiç bilmediği tanımadığı belki de hiç sevemeyeceği insanlarla birlikte yaşayacak, onlara hizmet edecek, ilk kez gördüğü bir küçük erkeğin koynuna girecekti.
       Bu Türkiye kadınlarının büyük bölümünün ortak kaderiydi. Kimse bir şey yapamıyordu. Bir şeyler yapmak için çırpınanlar da süpürgeli cadılardı.

P'nin Çıplakları

P Sanat Kültür Antika Dergisi, son sayısını "Sanatta Çıplak" konusuna ayırmış. Celal Üster sunuşunda şöyle diyor: "Çıplak dediğimiz zaman, üzerinde hiçbir giysi bulunmayan, giyinik olmayan, tepeden tırnağa soyunuk olanı anlarız. Bunu daha da güçlendirmek için, kimi zaman, 'çırılçıplak' sözcüğünü kullanırız. Çıplaklık kavramı, insanoğlunun, belki de bedenini soğuktan, dış etkilerden korumak amacıyla 'giyinmeye', söylence düzeyinde, Havva anamızın incir yaprağıyla örtünmeye başlamasıyla birlikte ortaya çıkmış olsa gerek. 'Çıplaklık' kavramının doğabilmesi için, 'giyiniklik' kavramının var olması gerekmez mi?"
       İnsanın en doğal hali olan çıplaklık, çıplaklığın bugün ayıp sayılması tartışılması gereken konular. P Dergisi, "Sanatta Çıplaklık"ı ele almış, "Sanatta Erotizm"i başka bir sayıya bırakmış. Güzel bir dergi ortaya çıkmış. Ben de size "hafiften kapatılmış" bir çıplaklığı örnek olarak sunuyorum. 1600 dolaylarından Adem ile Havva. Peter Paul Rubens. Ahşap üzerine yağlıboya.
       Rubens Evi Anvers Belçika.


Yazara E-Posta: dasena@milliyet.com.tr