Filiz Aygündüz

Filiz Aygündüz

filiz.aygunduz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Kırkları bir bir devirmiş, ellinin sularında gezinen, o eşiği de bir iki basamak aşmış çok sayıda kadın var çevremde. Uzun yıllardır evli olup ilk günkü kadar âşık özel bir azınlık, evliliği sırtında yük gibi taşıyan ama verdiği güvenden vazgeçemeyen mutsuz çoğunluk, boşanmış ya da hiç evlenmemiş bir diğer grup… Son topluluğun ortak meselesi yeniden ‘âşık olabilmek’. Sözünü ettiğim yaşlarda çıtası ister istemez yükselmiş oluyor kadının. Aşka yüklediği anlamlar gençliktekinden daha fazla nitelik bekliyor. Bir arayıştır sürüyor. Yol kazaları kaçınılmaz elbette… Öyle adamlarla karşılaşıyorlar ki, aşka inançlarını yitirecek hale geliyorlar. Bir erkeği değiştirme fantezisinden çoktan vazgeçtiklerinden, onu olduğu gibi kabul edip devam ediyorlar. Ama o kabul hali her zaman mutluluğu da beraberinde getirmiyor. Dayanabildikleri kadar dayanıp havlu atıyorlar bir vakit. Sonra bir yara bandıyla kapatıp üstünü, bir diğerine yöneliyorlar. Savrulma ve ipe boncuk gibi dizilen hayal kırıklıkları… “En büyük aşkı 50 yaşımda yaşadım” diyen Duygu Asena gibi şanslılar da çıkıyor içlerinden ama bu grubun da çoğunluğu mutsuz. Tıpkı geçen hafta gösterime giren Claire Denis’nin Christine Angot ile birlikte yazıp yönettiği ‘İçimdeki Güneş’ filminde Juliette Binoche’un yıllanmış şarap tadındaki oyunculuğunda zarafetle hayat bulan Isabelle gibi. O da elli yaşlarının başında. Boşanmış, çocuk sahibi, gerçek aşkı arayan başarılı bir ressam… Zengin, kibirli, küstah evli bir bankacıyla görüyoruz onu… “Karımı asla bırakmam. O olağanüstü bir kadın. Ama sen de büyüleyicisin” diyor Isabelle’e… Gidiyor Isabelle. Ardından bir tiyatro oyuncusu çıkıyor karşısına. O da evli. Bencil. Bir noktada “Yaşasın aile” diyerek o gidiyor bu sefer… Eskimiş evliliklerine koltuk değneği arayışında, ne karısıyla ne sevgilisiyle birlikte olabilen acınası erkek modelleri… Isabelle’in iki gözü iki çeşme. O kadar çok acı çekiyor ki, onu perdeden çekip almak, gözünün yaşını silmek geçiyor insanın içinden. En çok da ona dev bir ayna tutmak… Sanat çevresinden başka biriyle aşk arayışını sürdürüyor Isabelle… O da snob, çekilmez biri. Derken bir ara eski eşiyle yeniden denemeye karar veriyor. Doğallığını kaybetmiş eski kocaya da tahammül edemiyor. Alt kültürden bir başka adam, çok iyi dans eden; gizemli bir sanatçı sonra… Olmuyor, hiçbiri sükûnetle severken tutkuyla yol alabilmeyi beceremiyor. Isabelle’e kalan boşluk ve değersizlik duyguları, eksik hissetme ve hayal kırıklıkları…

Haberin Devamı

Sonunda Gerard Depardieu’nün canlandırdığı bir modern zaman falcısına medyum da diyebiliriz- düşüyor yolu… Onunla birlikte bütün bu arayışını gözden geçirme fırsatı buluyor. İçinde gece karanlığı sürerken, güneş doğudan doğabilir mi dışında? Kendinden sıkılmış halde taviz verip, katlanmaya çalışırken… Dönüp kendine bakmazken… Senin sevmediğin kendini bir erkeğin sevmesini umarken… Beyaz atlı prens çıkagelip biz de kerevetine eremiyoruz ama çok değerli sorularla ayrılıyoruz filmden. O sorulara verilecek doğru cevaplarla yürürsek 50’li yaşlarda ‘gerçek’ aşk hiç de imkânsız değil. İçimizdeki güneşle kamaşmaya görsün gözlerimiz…