Filiz Aygündüz

Filiz Aygündüz

filiz.aygunduz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Anneler kan ağlıyor

Şırnak’tan çıktıktan sonra bir buçuk saat süren yılankavi bir yolun sonunda varılıyor Uludere’nin Roboski köyüne. Dağlar şiir gibi bu bölgede, serbest vezinle yazılmış. Yeşilin tanıdık tanımadık her bir tonu üzerlerinde, bazısı hala karla kaplı. Önde Akil İnsanlar Güneydoğu Anadolu Heyeti, arkalarında basın, konvoy halinde ilerliyoruz. Bir görünüp bir kaybolan bulanık Roboski deresinin bittiği yerde duruyor arabalar.
Caminin avlusunda, göğüslerine bastırdıkları evlatlarının çerçeveli resimleriyle anneler karşılıyor heyeti. Siyahlar içindeler, başlarında beyaz tülbentleri, gözleri yaşlı. Onlar, 2011’in 28 Aralık günü yaşanan Uludere faciasında canlarından can kopan anneler. Kimi oğlunun bedeninden ayrılmış elini, cenazesini gömdükten sonra bulmuş, kimi kocasının yanmış vücudunu görmüş kefenin arasından. Ve sanki aradan 1.5 yıl geçmemiş. Bu acı geçmezmiş.

Ne demeli?
Heyet yanlarına yaklaşmadan önce olduğu yerde donup kalıyor. Tuttukları yas o kadar taze ki annelerin, sımsıkı sarıldıkları az önce ölmüş gibi. Ne demeli? Heyettekiler, kendi anneleriymiş gibi dokunuyorlar omuzlarına, eller öpülüyor, sarmaş dolaş olunuyor bir anda. Yılmaz Erdoğan ağladı ağlayacak, Kezban Hatemi kendisine sarılan bir anneye “Onların hepsi cennette” diyebiliyor, iki annenin gözyaşları birbirine karışıyor.
Annelerden biri, yanında getirdiği 7. sınıf Türkçe kitabını gösteriyor; “Bu oğlumundu,” diyor “Daha 15’indeydi. Hiçbir günahı yoktu, okumak istiyordu.” O okulların hepsini bitirmiş olsak ne olur? Bu acının lisanını Türkçeye çevirip, yazmak kabil değil.
Caminin içine girmeden evvel çıkardığımız ayakkabılarımız yan yana diziliyor. Taziye evlerinin kapı önü gibi. Anneler, göğüslerinden hiç ayırmadıkları çerçeveleriyle oturuyor caminin halı kaplı zeminine. Onlar barış sürecinin en kilit ismi olan, artık ‘ağlamamaları’ dilenen anneler. Ne düşündükleri önemli. Hepsi de aynı kelimeyi telaffuz ediyor; ‘vicdan’ diyorlar önce.
Sözleri direkt vicdanlarımıza; Başbakan’ın vicdanına, Uludere raporunu kabul eden TBMM İnsan Hakları İnceleme Alt Komisyonu’nun vicdanına, akil insanların, basının vicdanına: “Önce evlatlarımızın faillerini bulun, elinizi vicdanınıza koyup.”

‘Koruculuk kalksın’
Vedat Encü’nün annesi bir diğer isteklerini dile getiriyor ki bu konuda da hepsi hemfikir: “Korucu sistemi kaldırılsın. Daha 1 hafta önce 50’ye yakın korucu geldi. 18 yaşındaki çocukların eline silah verip sonra da barıştan söz etmek olmaz. Özür dileneceği yerde korucuların sayısını artırıyorlar.”
Hepsi çok yorgun, çok da umutsuz. “Sizin gibi çokları geldi, hiçbir sonuç alamadık” diyorlar. Kezban Hatemi “Merak etmeyin” diyor, “Bütün bunları anlatacağız. Yapanın yanına kar kalan bir ülke olduk. Ama artık failler ortaya çıkmalı.” Bu arada herkesin merak ettiği soru; akil insanlar ne anlatıyor?
Teselli sözlerini ve barış dileklerini bir yana koyarsak aslında onlar dinliyorlar daha ziyade. Can kulağıyla dinliyorlar. Anlatmaya değil, anlamaya çalışıyorlar. Zamanı geldiğinde ilgili makamlara anlatacak onlar. Susmayacaklar. “Çünkü” diyor Hatemi: “Bu acı karşısında susan dil şeytandır!”
Camiden sonra mezarlığa geçiyoruz. Köyün tepelik bir yerinde art arda dizilmiş 34 mezar taşı. Hepsinin üzerindeki ölüm tarihi aynı: “28.11.2011”. Doğum tarihleri ise 1992 ile 98 arasında değişiyor çoğunun. Rengarenk yapma çiçeklerle örtmüşler toprakları. Mezarlıkta yanıma Hanım isminde gencecik bir kız yaklaşıyor. Kardeşi Serhat’ı anlatıyor uzun uzun, resmini gösteriyor “Nasıl güzel bir çocuktu bilemezsin” diyor: “Ona kefen bana kapkara bir gelinlik giydirdiler.”

Her çeşit dram
Öyle gam kasavet yüklüler ki. Dert bir de değil üstelik. Acıları bir yanda, bir başka yanda yoksulluk, ailelerin içinde türlü çeşit dram. Şivan’ın ablası Zilan, ortaokulda okuyor.
Diğer erkek kardeşi Şivan’ın ölümünden sonra okulu bırakmış. “Niye” diye soruyorum, “Onu da öldüreceklerinden korkuyor, evden dışarı çıkmıyor,” diyor. Çocukların psikolojisi darmadağın belli. Nasıl olmasın. Öyle bir hikaye anlatıyor ki Zilan, kanım donuyor. “Matematik öğretmenimiz, bir gün sınav yaptı.
Sınavda sorduğu sorulardan biri şuydu: ’34 kaçakçının her birinin 2 katırı var. Kaçakçıların hepsi, katırlarının yarısı ölürse, geriye kaç katır kalır?” Bu kadar zalimce bir matematik sorusu duydunuz mu hiç?
Emine Ürek, Yüksel’in annesi. Katırına yükleyip sınırdan geçirdiklerini satarak, 8 nüfusa bakıyormuş Yüksel. Baba hasta. Emine, Uludere raporundaki ‘kasıt yok’ sözünü hatırlatıyor. Soruyor: “Kasıt yok ne demek? Hakaret bu bize.
Bu rapor, failler için çıkarıldı bizim için değil. Onların çocukları da olsaydı bizim çocuklarımızın arasında, yine aynı şeyi söyleyecekler miydi? Hani kardeştik biz?” Barış sürecine gelince de son noktayı koyuyor: “Bu barışı istemeyenlerin gözü kör olsun. Ama önce Roboski’yle hesaplaşsınlar.”
Uludere’nin özeti: Bu anneler hâlâ ağlıyor. Kan ağlıyor.