Fuat Keyman

Fuat Keyman

fkeyman@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

15 Mart 2013’te, Dicle Üniversitesi’nde, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu “Büyük Restorasyon: Kadim’den Küreselleşmeye Yeni Siyaset Anlayışımız” başlıklı önemli bir konuşma yapmıştı.
Davutoğlu konuşmasında, “tarihdaş ve kültürdaş olan” Türkiye ve Kürtler arasında işbirliği ve birlikte hareket etme zamanının geldiğini vurguluyordu.
Büyük restorasyon ya da yeni siyaset anlayışı; Türkiye ile (Kuzey Irak ve Suriye’yi de içeren) Kürtler arasındaki ekonomi, enerji, güvenlik alanlarında “karşılıklı bağımlılık ilişkisi”ne dayalı işbirliği anlamına geliyordu.
Davutoğlu’nun konuşması, çözüm sürecinin niye ortaya çıktığının ipuçlarını da veriyordu.
3 Nisan 2013’te, Financial Times’ta, David Gardner, “Türkosfer” kavramını kullandığı ilginç yazısında benzer bir saptamada bulunuyordu: Çözüm süreciyle birlikte, “Türkiye, Irak ve Suriye Kürtleri arasında, ekonomik kalkınma ve enerji alanlarında ciddi bir işbirliği gelişebilir... Ayrı bir devlet isteyen Pan Kürdizm yerine, zengin bir ‘Türkosfer’ coğrafyası ortaya çıkabilir”. Ve ekliyordu, “...bu gelişme, Ortadoğu’daki dengeleri değiştirebilecek ve Tahran-Bağdat-Şam Şii güç eksenine alternatif olacak, güçlü bir ittifakı da ortaya çıkartacaktır.”
Silah ve çatışma dönemi bitiyor, işbirliğine dayalı siyaset dönemi başlıyordu.

Kürtlerin iradesi
Bugün geldiğimiz noktada ilginç bir durumla karşı karşıyayız.
Kürtler, çözüm süreci mantığı içinde hareket ediyorlar.
İyi bir noktaya da geldiler: Kürtler, artık, küresel ölçekte önemli olmaya aday bir “bölgesel aktör” konumundalar.
Eylül ayında Erbil’de yapılacak Kürt Ulusal (aslında Uluslararası) Konferansı’nda, “bölgesel aktör” konumu ve büyük olasılıkla, “Silah döneminden siyaset dönemine geçiş” kararı açıklanacak.
Kürtler siyaset yapıyorlar; hem de, başarılı olarak.
Yedi aydır devam eden çatışmasızlık durumu devam edecek gözüküyor.

Türkiye’nin tökezlemesi
Ama, Türkiye için bugün aynı durum geçerli değil.
Çözüm sürecinde Türkiye tökezliyor. Adım atamıyor.
Bunun temel nedeni de şu:
Çözüm sürecine Batı (Amerika ve AB) ve Körfez ülkeleri başından itibaren net destek vermediler. Türkiye-Kürtler işbirliğinden ve Türkiye’nin güçlenmesinden endişe duyuyorlardı.
Çözüm sürecine ek olarak, Başbakan Erdoğan’ın “Başkanlık sistemine geçiş isteği ve çabası” bu endişeleri iyice arttırdı.
Başbakan Erdoğan’la Mısır Cumhurbaşkanı Mursi ve AK Parti’yle Müslüman Kardeşler arasındaki iyi ilişkiler, bu endişelerin derinleşmesine neden oldu.
Son dönemde, Washington’a, Avrupa’ya, Körfez ülkelerine yaptığım ziyaretlerde, “Acaba Erdoğan ve Mursi, denge ve denetleme sistemi içermeyen Başkanlık sistemi arayışlarında başarılı olabilirler mi” sorusunu sıklıkla ve endişeli bir tonda duyuyordum.
Bu ülkeler, “Çözüm Süreci+Başkanlık Sistemi denklemi”ne soğuktular ve endişeyle yaklaşıyorladı.
Bugün geldiğimiz noktada, Mısır’da darbe oldu ve Mursi yönetimi yıkıldı; Gezi Parkı süreci sonunda da, Başbakan Erdoğan ile Batı arasındaki ilişkilerde büyük bir kopuş ve güvensizlik ortaya çıktı.
Bu köşede, Başkanlık sistemi arayışının, sadece Türkiye’nin iç dengelerini değil, dış politikasını ve çözüm sürecini de olumsuz etkileyeceğini sıklıkla dile getirmiştim. Bugün bu noktadayız.
Türkiye’nin yapması gereken, Başkanlık sisteminden vazgeçip, içeride demokratikleşmeye, dışarıda da, Türkiye-Kürtler işbirliğine dayalı çözüm sürecine tekrar dönmek.
Bu bağlamda, Davutoğlu’nun, Suriye Kürtleri PYD’nin lideri Salih Müslim’i Ankara’da görmesi ve arkasından da, Irak Kürt bölgesel Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani’yle görüşmesi çok olumlu oldu.
Dahası, Müslim ile konuşulan temel konunun, PYD’nin Suriye’de, Rojova’da, “Geçici Yönetim” kurma isteği olması ve Ankara’nın bu isteğe olumlu bakması da önemli.
Bu gelişmeler, bize, AK Parti hükümetinin, çözüm süreci ve Türkiye-Kürtler işbirliği ve de Davutoğlu’nun daha önce vurguladığı “yeni siyaset” anlayışı için hala isteği ve iradesi olduğunu gösteriyor.