Mehmet Tez

Mehmet Tez

mehmet.tez@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Sadun ve Oda Boro tam 50 yıl önce bir pazar sabahı Kısmet’le Caddebostan’dan hareket etti. Dünya seyahatleri bugün hâlâ benzersiz bir ilham kaynağıdır. Ve denizcilikten bahsetmiyorum size, insanlıktan bahsediyorum...

50 yıl önce bir pazar sabahı...
Unutulur mu o her türlü cemiyet işkencelerinden uzak, asude günler. Ne kravat ne ceket, ne ayağında pabuç ne tıraş olma derdi. Gene işe gelmedin diye suratını asan müdür yok. Ne yetişilecek sıkıntılı bir randevu ne dört duvar arasında çalışma. Hey Allahım ne güzel günlerdir o yalnız senin varlığın ve yarattığın tabiatla baş başa geçen anlar...”

Haberin Devamı

1966 yılının aralık ayında, Atlantik Okyanusu’nda bir yerlerde 10.5 metre boyunda ahşap bir yelkenli, derviş gibi bir o yana bir bu yana salınarak ağır ağır ilerliyordu. Ve güvertesindeki Sadun Boro’nun aklından bunlar geçiyordu. Ne en ufak bir pişmanlık ne “ulan n’aptık biz” paniği ne “acaba İstanbul’da ne kaçırıyorum” endişesi. Huzur ve mutluluk.

Bu durumu ve bu denizciliği şimdiki Türkbükü tipi “kalantor Türk denizciliği”yle karıştırmayın. Öyle bir şey değil. Mobil telefon yok, elektronik navigasyon cihazları ve yazılımlar yok. Otopilot yok. GPS yok. İnternet yok. Sadun Boro’nun elinde yüzlerce yıldır denizcilerin kullandığı sekstant var. Hızı paraketayla, derinliği iskandil sarkıtarak ölçüyor. Önünde de bir harita ve pusula. Ama Sadun Boro gibi denizci olursan güneşe ve yıldızlara bakarak Atlantik’te 3 bin mil gidersin, nokta gibi Barbados’u bulursun. Dersini iyi çalışmak, bilgi ve tecrübe, denizcilik işte böyle bir şey.

Telsiz, telefon falan yok ama kısa dalga radyo var. Arada TRT İstanbul radyosunu çeker, Zeki Müren’in sesini duyarlar, birkaç dakikalığına duygulanırlar. Atlantik’te bu ortamda radyoda Zeki Müren duysam ben aklımı oynatırım herhalde sevinçten.

Bir anıt gibi süzüldü

Buzdolabı yok. Yumurtaları balmumuna batırıp, limonları Boro’nun tabiriyle yaldız kağıdına sarıp gölgeye istifliyorsunuz. Taze meyve-sebze en fazla bir hafta gider, o da ıslanmamak kaydıyla. Bir bütan ocağı var. Onda Oda nefis ekmek yapıyor. Beze sarınca pişkin bir ekmek bir hafta idare ediyor. Sonrasında küfleniyor. Küflenen kısımlar ayıklanınca bir hafta daha gidiyor. Her 500 mili tamamlayınca bir kuru fasulye konservesi açılıyor. Ödül bu.

Günlük, yeme içme dahil kişi başı 2 litre tatlı su istihkakı var. Patates, makarna deniz suyunda haşlanıyor. Bulaşık deniz suyuyla. Yıkanmak deniz suyuyla. Ne sandınız, her gün duş mu alıyorlardı? Yağmur yağdı mı sabunlanıp güverteye koşarlar, yağmur kesildi mi öfleye pöfleye gene deniz suyuna talim. Köpekbalığı yüzünden denize girmek yasak. Kovayla su çekilip güvertede dökünülüyor.

Miço bir yanda güverteye düşen uçan balıklara pati atar, Oda ile Sadun Boro yırtılan yelkenleri tamir ederler, bir de kahve olursa yanlarında hayattan başka ne ister ki insan?

“Yılbaşı gecesi hedefimizden 250 mil mesafedeydik. O gün Oda nefis bir pasta yaptı, güzel mezeler hazırladı. Kamarada oturduk, yalpada düşmesin diye tabaklar kucağımızda, karşılıklı son rakı şişemizden birer kadeh tokuşturduk. Yeni yılda Kısmet’in omurgasını kayalardan koruması, müsait rüzgarlar ihsan etmesi için Allah’a dua ettik” diye yazmış. Kısmet iki gün sonra 2 Ocak 1966 günü üzerine rota tuttuğu Barbados’un güneydoğu burnu Ragget Point’i gördü, hava kararırken 30 gün 15 saatlik okyanus yolculuğundan sonra Carlisle Koyu’nun sakin sularına demirledi.

Boro’nun ve Oda’nın duası kabul oldu. Sonraki yıllar boyunca Kısmet, Boro’nun usta ve bilgili ellerinde güvenle seyahat etti. Onların ve kızları Deniz’in vazgeçilmez evleri oldu. İkinci dünya seyahatini tamamladı. Her yaz İstanbul’dan güneye sıcak denizlere indi. Bir anıt gibi koylarımızda süzüldü.

Veda etmek kolay mı?

Bir ülkenin büyüklüğü parayla pulla ölçülmez. Toprakla, arsayla, askerle, orduyla, ona buna zart zurt etmekle büyük ülke olunmaz. Bir ülkeyi büyüten, yücelten yetiştirdiği insanları, onların tutkuları ve başardıklarıdır. Vatanseverlik budur.

Sadun Boro gibi insanlarımız pek az. O zaman da azdı, şimdi de az. Çünkü bizim sistemimiz bu tip zihinleri köreltip sindirmek üzerine kurulu.

Şu hayatta onun kadar cesur olan, parası pulu olmadan, her türlü imkanı zorlayıp istediğine ulaşmaya çalışan, hayata, işine, hayaline sevgiyle tutkuyla bağlı kaç kişi tanıyorsunuz?

Herkes ev ve araba peşindeyken, kısa yoldan zengin olmak toplumda kabul gören en yüce değerken kendine dünyayı dolaşacağı bir yelkenli yaptırmak için İstanbul’daki hayatı bırakıp Tarsus’a bir tekstil fabrikasında çalışmaya gidebilecek kaç kişi var aramızda? O kişi sıkıntıyla hatırladığı o yıllar boyunca kazandığı her kuruşu bu iş için biriktirmiştir.

Güzel şeyler çalışana gelir

Kaçımız bize dayatılan kalıplara, klişe hayat tarzlarına, sırtımız sıvazlanarak koşturulduğumuz “mühim” hedeflere “Bir dakika, ben bunu istemiyorum” diye karşı çıkabiliyoruz?

Hayaller kurup sonra “amaaan dertsiz başına dert mi arıyorsun” diye vazgeçiyoruz hep. Vazgeçiriliyoruz. Hangimiz farklı bir laf ediyor, farklı bir şey yapmaya cesaret edebiliyor hayatta? Bırakın şimdi onu bunu suçlamayı, şikayet etmeyin, dürüst olun.

Cevabını bana vermeyin, kendinize verin.

Sanıyor musunuz ki Sadun ve Oda Boro güle oynaya, dertsiz başardılar bu işi? Veda etmek, vazgeçmek, yılmadan çalışarak hedefine gitmek kolay mı?

22 Ağustos 1965’in Caddebostan’ına ışınlanalım Sadun Boro’nun iç sesine bağlanalım, öyle bitirelim: “Hafif yağmur çiseliyor, puslu bir pazar sabahının erken saatleri. Israrlarıma rağmen Caddebostan iskelesine inmiş anneme, tekneleriyle gelen birkaç yakın arkadaşa son defa veda ettikten sonra vira bismillah. O anı yaşadığım müddetçe unutmama imkan var mı? Hafif poyrazın önünde Kısmet pupa yelken yol alırken, kamaranın kenarına ilişmiş, son defa yaşlı gözlerle arkaya bakıyorum. Önce Caddebostan, sonra Fenerbahçe ve yavaş yavaş İstanbul, o aşina silüetler artık seçilmez oldu. Acaba bir daha buraları görmek, bu sulara dönmek bir gün kısmet olacak mı?”

Bedel ödemeden her şeye hemen sahip olmaya çalışmak ve bunun mümkün olduğunu düşünmek çağımızın hastalığı. Güzel şeyler şanslı olana değil, çalışana gelir. Aksini söyleyene inanmayın. Sadun Boro 50 yıl önce anlatmıştı. Anlamak bugün bizim elimizde.