Mehmet Tez

Mehmet Tez

mehmet.tez@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Mick Jagger ve Martin Scorsese’yi bir araya getiren “Vinyl” adlı dizi, 70’li yılların müzik sektörüne yakından bakmaya girişiyor. O halde biz de girişelim

Yetmişler çok şaşaalı, renkli, canlı bir müzikal arka plana sahip. Rock’n roll ruhunun türlü şekillerde kendini ifade edip zirve yaptığı yıllar. Sırf müzikte değil, moda, tasarım, sanat, yazın alanında da kitleselliğe ulaşılan, çoğu pop tarihçisi tarafından rock’n roll’un altın yılları olarak adlandırılan bir 10 yıldan söz ediyoruz.

Ancak aynı zamanda yozlaşmanın da başladığı yıllar 70’ler. 60’ların öncü isimlerine sorarsanız (ya da muhtelif zamanlarda basına verdikleri röportajları dikkatle incelerseniz), çoğu size rock’n roll’un 70’lerle birlikte sadece para ve ticarete dönüştüğünü söyleyecektir. Bu fikri paylaşanlara göre 1971 itibariyle artık rock falan yoktur, şov vardır. Orijinal olan her şey 60’larda yapılıp tüketilmiş, 70’ler bu mirası paraya çevirmekten, global bir endüstri oluşturmaktan başka bir işe yaramamıştır.

70’lerde müzik âlemi

Biraz itiş kakış olmuş

Alternatif ve sistem karşıtı olanın ana akımı işgali ilk kez 70’lere denk geliyor. Küçük şirketlerin birer birer el değiştirmesi, ulusalararası sermayenin küçükleri bünyesinde toplamaya başlaması ve elbette teknik gelişmelerin de yardımıyla organize edilen dev turneler, festivaller, stat konserleri, satılan milyonlarca single ve LP albümler (müzik o dönem bedava değildi), milyonlarca dolarlık reklam gelirleriyle müzik televizyonlarının olmadığı bir devirde her zamankinden güçlü radyolar... Bunlar 70’lerin müzikal karakterini şekillendiren kritik unsurlar.

Müzik dinlemeye aç milyonlara müzik götürmek, dünyanın dört bir yanında yayılan rock’n roll’un bir gençlik kültürü ve moda olarak pazarlanması hep 70’lerde zirve yapıyor. Dev markaların müzik endüstrisinin sırtına binerek gençliğe ulaşmalarını, yani bugün hâlâ geçerli olan temel stratejilerini de 70’lerdeki gelişmelere borçluyuz. HBO’da yayınlanan “Vinyl” dizisinde zaten American Century şirketinin sahibi parayı satıştan değil yan gelirlerden elde ettiklerini çok güzel açıklıyor bir sahnede.

70’lerde müzik âlemi
Prodüktörlüğünü Martin Scorsese ve Mick Jagger’ın yaptığı; senaryosunu “The Sopranos”, “Boardwalk Empire” gibi dizilerden iyi bildiğimiz Terence Winter’ın üstlendiği “Vinyl”, Scorsese imzalı bir saat 20 dakikalık film tadındaki ilk “duble” bölümüyle tam da bu saptamadan giriyor hadiseye.

Açı doğru ama hikaye “uyuşturucu, seks, rock’n roll, abi kafam çok iyi ya” sahnelerinin arasında hafif kaybolup gitmiş ilk bölümde.

Sanki her şey tek bir bölümde verilmeye çalışılmış gibi biraz itiş kakış olmuş. Syd and Nancy’ye benzeyen bir çift punk’ımız var. Berbat olduğunu bildikleri müziklerini nasıl pazarlayacaklarını düşünmekteler. Konsere çıkmadan hemen önce “Sen bizi salak mı sandın, satıştan yüzde 20 pay istiyoruz” şeklinde patronuyla pazarlık eden paragöz ve yoz Robert Plant var. Birtakım kafası sürekli dumanlı, radyolara rüşvet dağıtarak şarkılarını çaldıran müzik firması yöneticileri ortalıkta cirit atmakta.

Ve elbette bütün bunlar olurken çöküş dönemine giren şirketin sahibi ve kurucusunun ayakta kalma çabaları sırasında mecburen kendiyle ve geçmişiyle hesaplaşması ve buna paralel gelişen olayları izleyeceğiz...

Beklemekte haklıyız

Bir yandan da bu yalan dünyanın bir ucunda, şehirlerin kenar mahallelerinde zenciler şahane müzikler yapmaktalar. Funk, soul yükselişte ve rap’in şahane, orijinal, hiçbir şeye benzemeyen ayak sesleri duyulmakta.

Sizin anlayacağınız “Vinyl” ilk bölümde rock’n roll’u öldürmüş, cenaze namazını kılmış. Enerjiyi hiphop’a vermiş. Ne kötü ki 80’lerde kendine yol bulan ve ivme kazanan hiphop da bugün aynı durumda. Her şey paraya, ticarete, marketing’e dönmüş durumda. Rock’n roll’un 70’leri, hiphop’ın 2010’larıyla aynı.

Müziğin bu dönemine odaklanan, hem de içinde Mick Jagger ve Martin Scorsese bulunan bir diziden müzikseverler çok şey bekliyor. Beklemekte de haklılar.

70’lerde neler olduğunu anlamak demek, 80’lerin, 90’ların müziğini de anlamak anlamına geliyor. Dinlediğiniz, sevdiğiniz isimleri bir de bu açıdan değerlendirmek zihin açıcı oluyor. Büyük bir bulmacanın parçalarını birleştirmek gibi.

Bu bir belgesel değil elbette ve derdi gerçeklere bağlı kalmak değil. Ancak hikayesinin inandırıcılığı bu dönemi doğru ele almasına bağlı. Heyecanla bekliyoruz yeni bölümlerini...

Pazar albümü

“Cardinal” - Pinegrove

Doğu yakası indie rock ekiplerinin, hele hele evveliyatı 2000’lere, 1990’lara dayananlarının karamsarlığı, depresyonu ve içe dönük patlamaları ayrı bir lezzet taşır. Bir Karate’nin, The Sea and Cake’in külliyatını aşağı yukarı bilenler ne demek istediğimi de anlarlar. Pinegrove sanki bu döneme ait bir albümmüş gibi müzikalitesiyle zaman yolculuğuna çıkarıyor. Halbuki New Jersey’den çıkma bu garaj grubunun daha ilk albümü bu. Bu albümün ardından dinlemek için bir albüm öneriyorum: Smith Westerns’dan “Soft Will”. İyi pazarlar.