Mehmet Tez

Mehmet Tez

mehmet.tez@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

14 Eylül Stevie Wonder günü. Funk ve soul’un büyük ismi İstanbul’da ilk kez çalacak. Wonder’la müzikteki değişim, 80’ler, bir görme engellinin Iphone deneyimi ve Obama hakkında lafladık

Geçen sabah ansızın Stevie Wonder aradı

İstanbul Kültür Sanat Vakfı, Garanti Caz Yeşili’nin 15’inci yılı etkinlikleri kapsamında, 14 Eylül’de Stevie Wonder’ı Küçükçiftlik Park’ta ağırlayacak.

Kendisinde Stevie Wonder’ın ev telefonu bulunan bir arkadaşım, onu aradığınızda telesekreter çıktığını ve fonda “I Just Called To Say I Love You” çaldığını söylemişti. Wonder mesajı dinliyor, ilginç bir şeyse açıyormuş telefonu. “Bu bir şehir efsanesi” dedim ama arkadaşım yemin etti. Elbette “Stevie Wonder’ı bi’ çaldıralım” demedik. Zaten söyleyecek ilginç bir şeyimiz de yoktu. Stevie Wonder’ı aradığımda basın ofisi çıktı.

Evi değilmiş. İlk soruda kendisine bu konuyu bir Borat kayıtsızlığıyla sorsam yüzüme kapatacağını düşündüğümden daha normal şeylerden bahsetmeye karar verdim. Cızırtılı telefonun diğer yanında Los Angeles’ta saat 22.00 civarıydı. Bizdeyse sabah köprü trafiği vakti.

Haberin Devamı

Gününüz nasıl geçiyor, neler yaptınız?

Oğlumu okula götürdüm. Öncesinde birlikte biraz okul alışverişi yaptık. Bilgisayarı için gerekli bazı şeylere ihtiyacı varmış. Yemek yedik ve şimdi de sizinle konuşuyorum.

50 yıldır müzik dünyasının zirvelerinde dolaşan bir isimsiniz. Sırrınızı paylaşır mısınız?

Galiba her şey yeni başlangıçlarla ilgili. Her gün yeni bir gün, her hafta yeni bir hafta, her ay yeni bir ay, her yıl yeni bir yıl. 50 yıl, 30 yıl, 20 yıl diye bir şey görmüyorum baktığımda. Benim hayata bakışım böyle. Her zaman yaptığım şeyi iyi yapmaya çalıştım. Sanırım şanslıydım da... Her zaman pozitif düşünmeye çalışırım.

Sizin başladığınız yıllardan bu yana müzikte sizce en fazla ne değişti?

En olumlu değişim müziğin çeşitlenmesi oldu. Eskiden müzik belli merkezlerde üretilir ve dağılırdı. Artık buna ihtiyaç duyulmuyor. Farklı kültürlerden esinlenen müzikleri daha fazla duyabiliyoruz. Bir anlamda müzikte bir birleşme, kaynaşma ve kucaklaşma oldu. Bu aynı zamanda bir talep doğurdu ki ben önemli olduğunu düşünüyorum.

Haberin Devamı

Sizi nasıl etkiledi bütün bunlar?

Bu durum beni heyecanlandırıyor. Çünkü müzik sosyal yaşamla daha fazla iç içe ve insanlar müzik zevki edinmek ya da müzikle buluşmak için liderlere, otoritelere gerek duymuyor, her şeyi kendileri halledebiliyorlar.

Canınız müzik dinlemek istediğinizde elinizin altında neler oluyor genellikle?

Her zaman caz olur. Hip hop ve rap dinliyorum. R&B de çok seviyorum. Bütün bunları bir araya getirmeyi başaran müzisyenleri daha da fazla seviyorum. Aslında böyle dediğime bakmayın her türü dinleyen biriyim ben.

Nereden müzik dinliyorsunuz? Mp3 player’dan mı, yoksa plaktan mı mesela?

Iphone her işimi görüyor, genellikle oraya yüklü oluyor sevdiğim şeyler. Bu benim için çok pratik. Çünkü Iphone’da görme engelliler için programlar var, onları kullanıp her işimi yapabiliyorum. Bu şekilde arşivinizdeki müziği yönetmek de daha kolay oluyor.

Günde kaç saat piyanonun başındasınız? Müzikle ilgili böyle bir disiplininiz var mı?

Kendimi böyle bir düzen içinde olmaya hiç mecbur hissetmedim. Ders çalışır gibi kesin ve değişmez bir programım yok. Ama elbette her zaman elimin altında bir müzik aleti olmasını sağlamaya çalışıyorum. Arabadayken, uçaktayken ya da herhangi başka bir yerde aklıma bir şey geldiğinde canım o melodiyi çalmak isteyebiliyor. Genellikle “keytar” oluyor bu. Gitarla piyano arasında bir enstrüman.

Haberin Devamı

80’lerde kariyerinizde yeni bir dönem başladı, “I Just Called To Say I Love You”, “Part Time Lover” gibi şarkılarla çok popüler oldunuz. O yıllar hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Aaaa 80’ler... Çok eğlenceli zamanlardı. Benim için “Hotter Than July” albümü demek 80’ler (“Master Blaster” ve “Happy Birthday” gibi hit’lerin de bulunduğu 1980 tarihli albüm). Müzik farklı bir açılım yakalıyordu. Orijinal bir fikriniz varsa bunu hayata geçirebiliyor, ne isterseniz şarkılara koyabiliyordunuz. Benim için de olaylar aynı şekilde gelişti.

Dünyanın en yetenekli ve en ünlü müzisyenleriyle birlikte çalışma fırsatınız oldu. Sizi en çok etkileyen kimdi?

Hepsinin yeri ayrı aslında. Ray Charles, Miles Davis, John Lennon, Marvin Gay, Whitney Houston, Michael Jackson, Paul McCartney... Çok fazla yetenekli müzisyen gördüm, onlarla birlikte çalıştım, şarkılarını yorumladım. Bu konuda çok şanslı biriyim. Hepsi de çok yetenekliydi, her birinden etkilendiğimi söyleyebilirim.

İstanbul’da ilk kez çalacaksınız, neler söyleyebilirsiniz?

Heyecanlıyım. Daha önce orada hiç bulunmadım. Kozmopolit ve çok kültürlü bir yer olduğunu duydum. Merak ediyorum doğrusu.

Obama’yı hâlâ destekliyor musunuz?

Kesinlikle.

Sizce kazanacak mı?

En ufak şüphem yok. Amerika için çok önemli bir insan. Başladığı işleri bitirmesi gerektiğini düşünüyorum.
Ona oy verenler daha iyi bir dünyada yaşamak ve bu yolda ilerlermek istiyorlar. Aksinin gerçekleşmesi geri gidiş olur. İlerlemek isteyen biri bunu geri geri yürüyerek yapamaz.

Berlin’den kişisel notlar

* Kastanienalle hâlâ çok güzel. 20’li yaşlardaki genç evliler, çocukları, punklar, hipster’lar, orta sınıf kültür sanat tayfası buradaki kafelerde nezih bir sosyalleşmede.
* Godot hâlâ mahallenin en ana akım kafe / barı. Kapısının önünde oturup bir Hefeweizen içilir her zaman, gelen geçene bakarak.
* Dave Lombardo’da viski ve ginger ale içmek hâlâ çok eğlenceli, içeriden gelen blues plağının sesiyle. Üstelik bu mevsimde sıcak mı soğuk mu karar veremediğin, yüzünü güneşe dönünce mutlu olduğun aydınlık akşam saatlerinde.
* Happy hour’da karşı köşedeki Hint Restoranı Aaapka’nın önündeki banklarda oturup bloody mary içmek hâlâ çok rahatlatıcı.
* Sokaklarda durup 1 avro’luk plak kutularını, dibinden hazine çıkacakmışcasına eşelemek hâlâ çok zevkli.

Biz ölünce müziklerimiz nereye gidecek?

Bruce Willis dijital müzik koleksiyonunu çocuklarına bırakamayacağını öğrenince pek bozuldu. Meğer satın aldığımız mp3’lere sadece ölene kadar sahipmişiz.
Haberi gazetelerde okuyunca “Keşke mp3 yerine parayı plağa yatırsaymış Willis” diye düşündüm. Çocuklarına plaklarla dolu bir oda, bir de pikap bırakması yetecekti. Bugün pek çok insan şarkıların orijinalliği üzerine düşünüyor. Hangisi daha hakiki?
Plak mı? Mp3 mü? CD mi? Kimsenin dijital olarak bile müzik biriktirmediği, işin iyice stream’e yani “İnternetten dinleriz abi, harddisk’te tutmaya ne gerek var?” noktasına gittiği bir ortamda yanıtım hâlâ plak.
En azından sevdiklerinize bırakabiliyorsunuz. Atılsa satılsa bile birileri yıllar sonra bulup evine götürüp dinleyebiliyor. Köşesine karaladığınız bir nota bakıp arkadaşına falan gösterebiliyor. (Not: Elbette Willis,
Türk olsaydı böyle sorunları olmayacaktı. Ne var ne yok harddisk’e doldurup verecekti, konu kapanacaktı.)