Nuray Mert

Nuray Mert

nuray.mert@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Türkiye’de siyaset, bir süredir olağan rayının dışına çıktı. Mesele, siyasal üslup, seviye ve hatta kaset skandalları gibi hileler değil. Asıl mesele, siyasetin tanımının ve zemininin giderek daha fazla demokratik rayın dışında seyretmesi. Demokratik siyaset asgari mutabakat zemini üzerinde seyreder. Mutabakat zemininin neredeyse tamamen yok olduğu bir ortamda demokrasiden söz etmek, sözde kalır. Türkiye’de durum budur.

AKP?önemsemiyor
İktidar partisi, uzunca bir süredir, asgari mutabakat zeminini önemsemiyor. ‘Asgari mutabakat’ derken, artık ‘uzlaşma’dan bahsetmiyorum. Her şeyden önce, üzerinde anlaşılan ‘meşru’ bir zeminin varlığından söz ediyorum. Artık mesele, fikir ayrılıkları ve hatta bunların derinleşmesi sorunu değil. Halihazırda, iktidar partisi, kendi belirlediği siyaset çerçevesini ‘meşru’, geri kalanını ‘gayrimeşru’ olarak görüyor. Bu durumda, siyasal rekabet ve muhalefetin demokratik siyaset çerçevesinde bir karşılığı yok. Zira iktidar partisi, doğrudan, rakiplerini ve/veya muhaliflerinin ‘meşruiyet’ini tartışma konusu ediyor.
AKP, artık mevcut sistemin ‘demokratik’ dönüşümünün tek ‘aktörü’ olarak kendisini görüyor, demokratik dönüşümün yegâne çerçevesinin de kendi öngördüğü kurgu olduğunu iddia ediyor. Bu durumda, karşılaştığı her itiraz, eleştiri ve tabii muhalefeti bu kurguya karşı düzenlenen bir ‘tuzak’ olarak takdim ediyor, meşru siyasal zeminin dışında tanımlayıp, meşru zeminin dışına itmeye çabalıyor. Dahası, farklı yerlerden gelen itiraz ve muhalefetleri ortak bir tuzağın farklı uzantıları olarak tanımlıyor. Farklı itirazlar ve muhalefet çevrelerini, kendisine karşı olmak ‘ortak payda’sında buluşan ‘karanlık bir işbirliği’ olarak resmetmeye çalışıyor. Herhangi bir ülkede, her türden muhalefet çevresinin, iktidarı eleştirmek, ona itiraz etmek gibi ‘ortak’ bir paydaları olması son derece doğal bir şey olarak algılanırken, bu ülkede artık, neredeyse ‘organize suç’ olarak tanımlanıyor.

Mutabakat zemini yok
Bu ülkede, bazı siyasi çevrelerin zamanında, askeri darbe ve müdahaleleri siyasetin kabul edilebilir bir parçası olarak görmesi, mevcut iktidarın rakiplerinin çoğunun, meşruiyetini toptan ‘darbeci’ diye mahkûm etmesini kolaylaştırıyor. Diğer taraftan Kürt siyasal hareketinin, yasal ve yasadışı boyutları arasındaki ilişki, Kürt siyasal hareketini gayrimeşru olarak tanımlamak için elverişli bir imkân olarak kullanılıyor.
Ama asıl mesele, artık neyin ‘meşru’ olup olmadığı konusunda, hiçbir toplumsal/siyasal mutabakat zemininin kalmamış olması. İktidar ve çevresinde göre, kendi dışındaki tüm aktörler ‘gayrimeşru’ ve yapıp ettikleri ‘fitne ve fesat’tan ibaret. Buna karşın, iktidar çevresinin dışında kalan tüm çevreler için de, mevcut iktidar çevresi ve siyaseti, gücünü dayatmak için her yolu mübah sayan bir ‘dayatma’dan ibaret. Oysa, demokratik siyaset, siyasal tartışma, müzakere ve uzlaşma süreçlerinin toplamından ibarettir. Ancak, böylesi bir sürecin işlemesi imkânı toptan yitirilmiş görünüyor.

İktidar değil muktedir
Diğer taraftan, müzakere ve uzlaşma çoğunlukla ‘mutlak anlaşma’ olamayacağı için, demokrasi, aynı zamanda, siyasal temsil konusunun oyunun kurallarına göre düzenlenmesini gerekli kılar. Yani, müzakerenin tarafları arasında seçimde rakibini yenen (veya yenenler) belli bir süre için iktidar olur, yani ‘karar alma’ mekanizmasının başına gelir. Ancak, siyasal tartışma ve müzakere anlamında, demokratik siyaset zemininin ortadan kalkmış olduğu bir seçim sürecinin sonunda ortaya çıkacak iktidar tablosu, fevkalade sorunlu bir siyasi tablo oluşturur. Böyle bir ortamda kimse demokratik anlamda ‘iktidar’ olamaz, olsa olsa otoriter anlamda ‘muktedir’ olur.

Engel ortadan kalkınca
Ne garip tecellidir ki, AKP’nin içinden geldiği siyasi gelenek, öteden beri, ‘iktidar’ olduğu halde, askeri-sivil bürokratik vesayet yüzünden ‘muktedir’ olamadığından yakınmıştır. Türkiye’nin demokratları, bu yakınmanın sadece ‘askeri-sivil bürokratik vesayet’e karşı oluşu ile ilgilendiler, bu karşı oluşu, sadece demokratik bir imkân olarak görmekte ısrar ettiler. Oysa, sağ-muhafazakâr siyaset yakınmasının önemli bir boyutu da, ‘tam anlamıyla muktedir’ olmak özlemi idi.
Bugün daha iyi anlaşılıyor ki, sağ-muhafazakâr siyaset, bunca zamandır vesayet sistemi yüzünden iktidarlarını yeterince sivil demokratik bir zeminde kullanamamaktan değil, vesayet sisteminin mutlak iktidar olmaları önünde engel olmasından yakınıyordu. Bu engel büyük ölçüde ortadan kalkınca, yeni muktedirlerin demir yumruğunun altında kaldık. Türkiye’nin son ‘demokratikleşme’ serüveninin sonunda aldığımız acı ders bu oldu.
Sağ-muhafazakârlar, sonunda çok özledikleri ‘muktedir’ olma imkânına kavuştular, ama demokratik iktidar olma şansını tümüyle yitirdiler. Ancak, daha fazla demokrasi özleminin bir batağa saplanması bir yana, Türkiye’de artık ‘muktedir’ bir siyasetin otoriter anlayışı ile yönetilme koşullarının da ortadan kalkmış olduğu görülmelidir.