Nuray Mert

Nuray Mert

nuray.mert@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Irak işgali öncesi, farklı görüş ve çevrelerden birçok yazar, çizer ya da okur- yazar, düşünür-taşınır insan olarak Türkiye’yi bu işgalin parçası yapma çabalarının karşısında durmak üzere bir araya geldik. Meşhur ‘tezkere’nin, Meclis’ten geçmemesi için çaba gösterdik. Türkiye’yi ABD işgalinin peşine takıp, açılan rant sahasından pay sahibi yapmayı, yani sırtlan sofrasına katmayı önerenlere, bu arada Kürt bölgelerinde askeri varlık hesabı yapanlara karşı durduk. Buna karşı, bin bir karalamaya maruz kaldık.
İşgalin hemen ardından, yine bir grup insan, tezkereye karşı çabalarınızı başka bir düzlemde sürdürmek için bir araya geldik. İsmi ve muhtevası üzerinde birçok tartışmaya rağmen birlikte bir şeyler yapabilme şansını denemeye karar verdik. Doğu Konferansı girişimi böyle doğdu. Farklı düşünce ve çevreden bir grup insanın katıldığı, bir ‘arayış yolculuğu’na çıktık. Dert ettiğimiz şeyleri, kanlı bir geleceğe sürüklenmesinden kaygı duyduğumuz bölgede, benzer kaygıları taşıyan insanlarla paylaşmak üzere, iki yıl boyunca farklı ülkeleri ziyaret edip yüzlerce insanla görüştük, konuştuk, tartıştık.
Irak işgali sonrasında, yeni hedef olarak seçilen Suriye’de işgal tehdidine karşı sesimizi yükseltmeye çalıştık. Bu nedenle her türden karalama ve çarpıtmanın hedefi haline geldik. Oysa, gittiğimiz her yerde, bölgede yabancı müdahalesine karşı çıktığımız kadar, otoriter baskı rejimlerini de tartışma konusu yaptığımızı en başından söylüyorduk. Dahası, İran ve Suriye ziyaretlerimiz öne çıkarılmaya çalışılmasına karşın, Mısır, Lübnan, Ürdün’ü de ziyaret ettik, her görüşten insanla konuştuk. Ancak en önemlisi, Türkiye’nin ‘bölge halkları’ ile karşılaşması, dayanışması görüşümüzü Ortadoğu ile sınırlamadığımızı vurgulamak üzere ve özel anlamından dolayı Ermenistan ziyaretini çok önemsedik. Ermenistan ile, her şeyden önce toplumsal barış adına, Türkiye’den giden ilk sivil barış grubu, sevgili rahmetli Hrant Dink’in rehberliğinde, Doğu Konferansı idi. Ancak, nedense bu husus görmezden gelindi, hâlâ da aynı tavır devam ediyor. Hrant ile, katledilmeden önce yaptığım son sohbetin konusu da bu idi.

2003’te ne konuşuldu?
Doğu Konferansı’nın kısa tarihi bir yana, muhtevası hakkında fikir vermek üzere, yaptığımız toplantı ve yayımladığımız bildirilerden kısa bir özet vermek isterim. 9 Nisan 2003 tarihinde yaptığımız toplantıdaki başlıklardan bazıları şöyleydi;
“Türkiye, Kürt ve Kıbrıs sorunu etrafında tanımlanan milliyetçilik, Kemalizm ve şeriat gibi sorunlarla bulunduğu yere saplanıp kaldı. Buradan çıkmak için her birimize ait olan özel diller yetmiyor; milliyetçilerin, solcuların, İslamcıların dili yetmiyor, bunların tamamı tıkandı. Bu ezberleri aşacak, hepsini kuşatacak yeni bir dil gerekiyor.”
“ ‘Anti’ olmak en büyük risktir, bu düşünce ve hareket alanımızı daraltır. ‘Anti’ olmak öbürüne teslim olmaktır. Bunu aşmak gerekir... Evet, Türkiye’ye, Ortadoğu’ya bir şeyler söylemeliyiz... Ama bu yetmez, buradan dünyaya, insanlığa bir şeyler söylemek zorundayız...”
Eylül 2003’te ‘Doğu Konferansı Deklarasyonu’ başlığı altında yayımladığımız metin şöyle bitiyordu;
“Bizler, kültürel kimliğimizin, tarihsel birikimimizin ve entelektüel sorumluluğumuzun gereği olarak, tüm farklılıklarımızı geri plana atarak, halklarımızın geleceği ile ilgili ortak kaygılar ve sorular temelinde, bir sorgulama, arayış ve keşif harekâtı başlatmak ve kendimizi bu bilinç çerçevesinde yeniden üretmek üzere yola çıkmaktayız. Çağrımız, bu diyalog ve arayışı anlamlı bulup beslendiğimiz kültürel mirasın çoğul karakterinden katılımcı, eşitlikçi ve özgürlükçü değerleri damıtarak, önümüze dikilen kaotik, karanlık geleceğe meydan okuyan, yeni ışıklı bir dünya umudunu hâlâ koruyan herkese açıktır.”
Doğu Konferansı, katılanları içinde fikir ayrılığı ve tartışma hiç eksik olmadı. Bunu bir zaaf değil, bir zenginlik olarak gördük. Yine de, zaman içinde bölgede ve Türkiye’de yaşanan bazı gelişmeler bu çabamızı ayakta tutmamızın önünde engel oluşturdu. Bunların başında, tüm ortaklaşma çabalarına karşın bazı aydınlar arasında siyasal-kişisel gerilimler ve en önemlisi Doğu Konferansı’nın resmi dış politikanın bir uzantısı olarak algılanması riski vardı. Konu bundan ibarettir.
Hal böyleyken, bazılarının Suriye’de yaşanları, Doğu Konferansı’na geriye dönük bir karalama fırsatı olarak kullanmaya çalışması, yazar-çizerlik adına sergilenen soytarılık örneklerinden biri olmak ötesinde anlam taşımıyor. Yine de, mide bulandıran sinek misali cevaplandırılması gerekiyordu.
Ayrıca, benim Doğu Konferansı’nın ‘önderi’ olarak gösterilmem, bu çaba içinde yer alan birçok arkadaşımıza karşı yapılmış büyük haksızlık olur. Ben, büyük bir içtenlikle katıldığım bu çabanın ilk çağrıcılarından biri değildim, konferans adına yazılan metinlerde ortak tartışmalar esas alınıyordu ama, hiçbir son metin de benim kalemimden çıkmadı.