Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Japonya borsasının nabzını ölçen Nikkei endeksi 45 yıldan beri ilk kez Dow Jones endeksinin altına düştü geçen hafta ve Japon ekonomisinin dünyayı sarsacak bir krizin eşiğinde olduğu izlenimini daha da güçlendirdi. 1989 sonunda 38.915 puana tırmanan ve o tarihte Dow Jones endeksinin 14 katına varan bir noktaya erişen Nikkei endeksi geçen haftayı 9.791 puandan kapadı. ‘Japon balonu’nun patladığı 1990’ların özellikle ikinci yarısıda hızlı bir tırmanış yakalayan, ancak 2000 yılında eriştiği zirveden bu yana girdiği düşüş trendini henüz kıramayan Dow Jones endeksi ise geçen haftaki kapanışta 9.920 puanda kaldı.
New York’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda yapılan değerlendirmelerde de belirtildiği gibi, Japon ekonomisinin ve özellikle banka sisteminin durumu 2002 yılında dünya ekonomisinin en önemli baş ağrısı olmaya aday görünüyor. Bankaları ayakta tutmak için bugüne dek banka sistemine büyük kaynak aktaran devletin borçları, gerileme trendini kıramayan GSYİH’nin % 140’ına erişirken bankaların bilançolarındaki kötü alacakların GSYİH’ye oranının da % 25’i bulduğu beirtiliyor. Japonya’daki mevduat güvencesinin kaldırılacağı mart ayında Japon banka sistemindeki krizin yeni boyutlar kazanarak dünyanın en büyük ikinci ekonomisindeki krizi daha da derinleştirmesinden korkuluyor. Japonya’daki krizin daha da derinleşmesinin, dünya ekonomisindeki durgunluktan çıkma çabalarını da olumsuz etkileyeceği ve yeni bir kriz ortamı yaratabileceği belirtiliyor.

2002’nin bombası ‘Samurai krizi mi
Evet, aklım bu yıl Davos’tan New York’a taşınan Dünya Ekonomik Forumu’nda, kalbim ise Brezilya’nın Porto Alegre kentinde toplanan Dünya Sosyal Forumu’nda. Biraz da New York’a alınmasını yadırgadığım için bu yıl katılmadığım Dünya Ekonomik Forumu’na gene de aklım takıldı, çünkü bu forum sırasında ele alınan konu yelpazesini ve bir araya gelen insan zenginliğini başka herhangi bir yerde bulmanın olanaksız olduğunu biliyorum. Mutlaka ufuk açıcı bir şeyler yakalardım orada olsaydım diye düşünmeden edemiyorum.
Kalbim ise Porto Alegre’de çünkü geleceğin dünyasına yön verecek çözümlerin zaman içinde Dünya Sosyal Forumu’ndan çıkacağına inanmak istiyorum. Dünyanın dört bir yanından 40 bin kişinin adeta bir şenlik havasında bir araya geldiği Porto Alegre’de bu yıl ikincisi yapılan Dünya Sosyal Forumu’nun, küreselleşmeye karşı bir protesto vesilesi olmanın ötesine geçerek, küresel düzenin geleceği için alternatifler geliştiren bir foruma dönüşeceği umudunu taşıyorum.

Davos tıkandı mı?
Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu toplantılarına üç yıl katıldıktan sonra bu toplantılardan değil de Porto Alegre’den çıkacak alternatiflere umut bağlamak noktasına gelmemin başlıca nedeni, "küreselleşmeye insani boyut kazandırma" ve "küreselleşmenin sürdürülebilirliğini sağlama" niyetlerinin kağıt üzerinde kaldığını görmem. Bakın üç yıl önce ilk kez Davos’a gittiğimde oradan şunları yazmışım: "Davos 1999’un açılış oturumunda konuşan Dünya Ekonomik Forumu Başkanı Klaus Schwab, globalleşme olgusunun bir gerçek olduğunu belirterek bu yılki toplantının ana hedefinin globalleşmeye yön veren piyasa güçleriyle globalleşmeden etkilenen insanların sorunları arasında kabul edilebilir bir denge kurmak olduğunu söyledi." (Milliyet, 30 Ocak 2002)
Şimdi üç yıl sonra gelinen noktada bu dengenin kurulduğunu söyleyebilir miyiz? Yoksa bu dengenin daha da bozulduğu, küresel düzene karşı tepkilerin daha da yoğunlaştığı, küresel düzenin hakimi konumundaki ABD’nin bu dengeyi hiç umursamaz bir havada adeta dünyaya meydan okuduğu ve küreselleşmenin geleceğinin tartışma konusu olduğu bir noktaya mı geldik? Bu noktada gündeme gelen tıkanma, 2001 yılında yeni krizlere sürüklenen Arjantin ve Türkiye gibi ülkelerin ötesinde ABD, Japonya ve Almanya gibi dünyanın en büyük ekonomilerini de mi sarsmaya başladı?

Dünya ekonomisi sorunlu
Dünya Ekonomik Forumu’nun New York’taki toplantıları sırasında yapılan değerlendirmelerde bu sorulara cevap aranırken 2002 yılı için çok da iyimser bir tablo çizilemediği anlaşılıyor. On yıldan beri yılda ortalama % 7 büyüyen dünya ticaretinin 2001’de yerinde sayması, 11 Eylül sonrasında sınırlar ötesi mal ve hizmet akışını yavaşlatan koşulların ortaya çıkması küreselleşmenin geleceğini tartışma gündemine getirmiş bulunuyor. Öte yandan ABD’deki resesyonun aşılmakta olduğuna ilişkin sinyallerin çoğalması, başta Almanya ve Asya ülkeleri olmak üzere, herkes için olumlu bir haber niteliği taşıyor ama Morgan Stanley’in başekonomisti Stephen Roach gibi önemli ekonomistler, ABD ekonomisindeki canlanma belirtilerinin aldatıcı olabileceğini ve ABD’nin "iki dipli" bir resesyon yaşaması olasılığının göz ardı edilmemesi gerektiğini belirtiyorlar. ABD ekonomisinin 2001’in son çeyreğinde beklendiği gibi küçülme değil, yüzde 0.2’lik bir büyüme yaşamış olmasının, uygulanan büyük fiyat indirimleri ve kredili satışlar sayesinde % 35’in üzerinde artarak benzeri görülmemiş bir patlama yapan otomobil satışlarından kaynaklandığını gösteren rakamlar da ABD’deki canlanmaya kuşkuyla bakanların görüşünü destekliyor. Öte yandan Japonya’daki krizin dünya ekonomisini sarsacak boyutlar kazanabileceğini vurgulayan ekonomistler 2002 yılına iyimser bakmanın zor olduğunu belirtiyorlar.
Küresel ekonominin merkez ülkelerinde belirsizlik rüzgarları eserken Türkiye’nin de içinde bulunduğu ‘yükselen pazarlar’ diye nitelenen ülkeler için 2002’nin 2001’den biraz daha iyi geçebileceği umuluyor.

‘Yükselen pazarlar’
2001 yılı ‘yükselen pazarlar’için gerçekten kötü bir yıl oldu, kredi ve portföy yatırımı olarak bu ülkelere dış kaynak girişi yıllardan beri ilk kez eksi bakiye verdi. Özellikle Türkiye ve Arjantin’den sermaye kaçışı bu sonucun ortaya çıkmasında etkili oldu. Spekülatif sermayenin ‘yükselen pazarlar’dan büyük ölçüde çıkmış olduğunu ileri süren uluslararası fon yöneticileri, ‘yükselen pazarlar’ın 2001’de dibe vurduğunu ve 2002’de Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bazı ülkelere kredi ve portföy yatırımı olarak yeni kaynak girişi olabileceğini belirtiyorlar.

Geçen hafta kaybettiğimiz Aykut Barka’yı çoğu kimse gibi ben de 17 Ağustos depremi sonrasında, televizyonlarda ve radyolarda katıldığı programlar sayesinde tanıdım. O programlarda birçok deprem uzmanıyla "tanıştık" ve kimi zaman taban tabana zıt görüşlerle karşılaştık. Bu uzmanlar arasında beni en fazla etkileyen Aykut Barka oldu. Bir kere afra tafradan uzak tavrı, heyecanı ve içtenliğiyle sevdim Barka’yı. Ayrıca söylediği her sözün, yaptığı her değerlendirmenin sağlam bir bilgi ve deneyim temeline oturduğu izlenimini edindiğim için onu kendime göre farklı bir yere oturttum.
Aykut Barka’yı en verimli çağında yitirmemize çoğu kimse gibi ben de çok üzüldüm. Öte yandan hastalığı sırasında ve ölümü sonrasında ona gösterilen sevgi ve ilginin beklemediğim boyutlarda olması umutlandırdı beni. Palavraya ve şatafata değil Barka’nın simgelediği değerlere; Prim veren bir toplum olma yolunda olduğumuzu düşünüp umutlandım.