Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

       İstikrarsızlığa aşılı olmamız ve dışa açıklığımızın sınırlı kalması bizi korudu ama şimdi işler güçleşiyor

       Türkiye'nin dünyayı saran ekonomik ve mali krizden o ana kadar göreceli olarak az etkilenmesinin nedenlerini bir süre önce ülkemizi ziyaret edenn Foreign Policy dergisinin editörü Moises Naim'le konuşurken Dünya Bankası'da ndanışmanlık da yapan Naim buna şunları sordu:
       * Hisseleri New York borsasında işlem gören kaç Türk şirketi var?
       * Şirketlerinizin dış borçları ne düzeyde?
       * Şirketlerinizin iç borçlanmaları ne düzeyde?
       * Şirketlerinizin ihracata bağımlılığı ne düzeyde?
       * Şirketlerinizin borsaya bağımlılığı ne düzeyde?
       * Türkiye Ülke ekonomisinin dış ticarete bağımlılığı ne düzeyde?
       Benim bu sorulara verdiğim cevaplar Türkiye'nin ve Türk şirketlerinin uluslararası krizden neden göreceli olarak az etkilendiklerinin bazı ipuçlarını veriyordu. Bizim şirketlerimizin sermayelerine göre borçlanma düzeyleri, dış pazarlara ve borsaya bağımlılıkları sınırlıydı. Krize sürüklenen bazı Asya ülkelerindeki gibi sermayelerinin üç dört katı borçlanan şirketlere Türkiye'de rastlamak pek kolay değildi.

       İstikrarsızlık aşısı

       Türkiye'nin bugüne dek krizden göreceli olarak az etkilenmesinin başka önemli nedenleri de var. Bu nedenlerin başlıcaları şunlar:
       * Türkiye yıllardan beri yüksek enflasyonla göreceli istikrarsızlık içinde yaşadığı için, firmalar ve piyasaların istikrarsızlık içinde yaşama deneyimleri fazla.
       * Özel sektör firmalarının özellikle içerde borçlanma düzeyleri yüksek olmadığı için ve ayrıca kamu kağıdı portföyü tuttukları için reel faizden etkilenme düzeyleri sınırlı.
       * Yüksek iç talep ve enflasyon ortamı, 1998 ortalarına kadar firmaların üretim ve karlılık düzeylerinin fazla düşmemesini sağladı.
       * Uzun vadeli düşünmeyi zorlaştıran kronik istikrarsızlık ortamı Türkiye'deki firmaların Asya'dakiler gibi dev yatırımlara girmesini önledi. Böylece belki biraz otomotiv sektörü dışında, atıl kalacak çok büyük üretim kapasiteleri yaratılmadı. Türkiye'nin dünyada büyük kriz yaşayan yarıiletkenler gibi alanlara girmemiş olması da bu noktada bir avantaj haline geldi.
       * Son yıllarda politik istikrarsızlıkla da pekişen istikrarsızlık ortamı ve yüksek enflasyon, Türkiye'nin dış borcunu hızlı artırmasını ve büyük miktarlarda dış kaynağın Türkiye'ye girişini önledi. Dolayısıyla kriz anında kaçacak dış kaynak miktarı da sınırlı kaldı.

       İşler zorlaşıyor

       Türkiye'nin istikrarsızlığa alışkanlığı bugüne dek bir tür "kriz aşısı" etkisi yaptı ama şimdi gelinen noktada işler bir hayli zorlaşıyor. Rusya'daki çöküş sonrasında ihracat pazarımızın yeni darbeler alması, dış kredi bulma olanaklarının bir süre kapalı görünmesi ve hepsinden önemlisi, beklentileri olumsuz etkileyecek bir genel seçimin gündemde olması "aşı"nın etkisini azaltabilecek gelişmeler. Dünyadaki mali krizde en belirleyici öğenin para sahiplerinin ya da fon yöneticilerinin korkudan kaynaklanan fevri davranışları olduğu anımsandığında Türkiye'deki para sahiplerini ya da fon yöneticilerini bu tün davranışlara itecek şartları yaratmamak gerekiyor.
       Reel sektörde ise kaçınılmaz olarak bir daralma yaşanmaya başlandı. Bu süreçte yeni hedeflerin doğru belirlenmesi ve firmalarla bankalar arasındaki ilişkilerin uyumlu götürülmesi önem kazanıyor.

       Nobel'i alan Sen, demokrasi ve basın özgürlüğünün önemini vurguladı

       1998 Nobel Ekonomi Ödülü'nü açlık ve yoksullukla ilgili çalışmalarıyla tanınan Hintli ekonomist Amartya Sen'in alması, dünyada esmekte olan yeni havanın bir göstergesi. Nobel Akademisi'nden yapılan açıklamada Sen'in "parasal boyutun fazlaca öne çıktığı bir alana yeniden etik boyut kazandırdığı" vurgulandı.
       Asya krizi sonrasında küresel bir nitelik kazanmaya başlayan kriz bir yandan mali piyasalara duyulan güveni fena halde sarsarken diğer yandan Asya'da ve Rusya'da yoksulluktan kurtulma umutları yıkılan milyonlarca insanın dramını gündeme getirdi. Bu arada kapitalist sistemin mevcut işleyiş biçiminin ve mali piyasalardaki kargaşanın sistemin yeniden düzenlenmesine yönelik talepleri tırmandırdığı görüldü.
       Geçen yıl Nobel Ekonomi Ödülü'nü alan Robert Merton ve Myron Scholes'un yöneticileri arasında bulunduğu LTCM adlı "hedge" fonu bilindiği gibi batmak üzereyken geçen ay kurtarılmış ve bu olay büyük tartışmalara yol açmıştı. Ödülün bu kez ekonominin çok farklı bir alanında, toplumsal boyuta eğilen bir ekonomiste verilmesi ayrı bir anlam kazanıyor.
       Amartya Sen, önceki gün International Herald Tribune gazetesinde yer alan yazısında demokrasinin ve özgür basının dünyadaki açlık tehdidini önlemek için en gerekli kurumlar olduğunu vurguluyor.

       ABD'de Antioch College adlı yüksek öğrenim kurumu , 1992 yılında tüm öğrenci ve öğretim üyeleri için bağlayıcı nitelikte bir talimatname yayınlamış. Talimatname, öğrenci ya da öğretim üyelerinin, duygusal ya da cinsel ilişki kurdukları kişilere karşı davranış biçimlerini katı kurallara bağlıyormuş. Buna göre, ilişkiye giren kişinin, ilişkinin her aşamasında partnerinin açık onayını almadan bir sonraki aşamaya geçmesi yasaklanıyormuş.
       Bu ilginç talimatnamenin bazı maddeleri şöyleymiş:
       * Partnerinizin yanına oturup elinizi omuzuna atmak istiyorsanız önce sorup onayını alacaksınız
       * Partnerinizin bluzunu çıkartmak istiyorsanız sorup onayını alacaksınız
       * Partnerinizin göğüslerine dokunmak istiyorsanız sorup onayını alacaksınız
       * Elinizi partnerinizin bacakları arasında dolaştırmak istiyorsanız sorup onayını alacaksınız...
       Maddeler tahmin edebileceğiniz ayrıntılara inerek sürüyormuş. Antioch College yönetimi kurallara uymadığı belirlenenlerin ağır cezalara çarptırılacağını, hatta okuldan atılabileceğini de belirtiyormuş.
       Moral değerlerini ve ölçülerini yitiren bir toplumda kişilerin özgürlüğünün ve özerkliğinin de tehlikeye gireceğini savunan Amitai Etzioni "The New Golden Rule"(Yeni Altın Kural) adlı kitabına bu ilginç örneği anlatarak başlıyor. Etzioni'nin naklettiğine göre, Antioch College'da önceleri hoşgörüyle karşılanan özgürlük ortamınn giderek yozlaşmaya yol açtığı, tüm moral ölçülerin ve kuralların ortadan kalktığı ve çoğu kimsenin bundan şikayetçi olduğunu gören üniversite yönetimi sonunda bu talimatnameyi yayınlamak zorunda kalmış. Moral çöküş ve kuralsızlık sonunda böyle katı ve garip bir talimatnamenin yayınlanmasına yol açmış.

       Hastalık tepede

       Moral değerlerin çöktüğü ortamın sonunda "katı kurallar" koymak isteyenlere yaradığını bu örnekle bir kez daha hatırlayarak, hemen her alanda moral değerlerin ve ölçülerin gözardı edildiği, kuralların sürekli çiğnendiği bir ülke görünümündeki Türkiye'ye dönelim. Ülkemizde, çürüme ve yozlaşma her düzeyde kendini gösteriyor ama asıl vahim tablo topluma örnek olması gereken kesimde; ekonomiye, medyaya,siyasete, devlete yön veren "dar çevre"de ortaya çıkıyor. Toplumun çoğunluğunu oluşturan geniş kesim ise temel morel değerlerini koruma savaşı veriyor. Halkın çoğunluğu için yalancılık, hırsızlık, rüşvet, dolandırıcılık, üçkağıtçılık, sahtekarlık, zorbalık, başkasının hakkına tecavüz gibi eylemler hala "yapılmaması gereken şeyler" kategorisinde yer alıyor; insanlar çocuklarına bu tür davranışlardan kaçınmayı öğütlüyor.
       Demek ki hastalığın kökü tabanda değil tavanda, toplumun "üst katlarında". Kişisel çıkarlarını kovalarken ölçüyü kaçıranlar, kuralları tanımayanlar, moral değerlere boşverenler çoğu kez "üst kat"larda oturuyor ve bunların pespayelikleri giderek daha fazla göze batmaya başlıyor. Şaibe altındaki bu "dar çevre" halkı,yani "alt kalttakiler"i yönetmeye devam etmek ve ayrıcalıklarını sürdürmek istiyor ama halkın gözündeki itibarını ve meşruiyetini her geçen gün yitiriyor. Son dönemdeki "kaset savaşları" bu süreçte yeni bir aşamaya gelindiğini gösteriyor.

       İrticanın kaynağı

       Türkiye'de laik düzeni savunanların en büyük çıkmazı, bu düzende iktidarı elinde tutan ve kendini Cumhuriyetle özdeşleşmiş gösteren "dar çevre"nin halkın gözündeki itibarını ve meşruiyetini kaybetmesi. Laik düzeni savunan geniş kesim, bu "dar çevre"deki çürümeyi ve yozlaşmayı aslında hiç de paylaşmadığını yeterince ortaya koyamadığı için, laik düzeni sorgulayan(belki de yıkmak isteyen) kesim bu durumu kolaylıkla istismar ederek, "dar çevre"deki yozlaşmayı ve çürümeyi laik düzeni savunan herkese maledebiliyor; bu ortamda kendi değerlerini "kurtuluş yolu" olarak gösterebiliyor.
       Çürümeyi temsil eden "dar çevre"nin medyayı elinde tutma ve manipüle etme çabası, bu çürümeye karşı olan geniş kesimin sesini duyurmasını, tepkisini dile getirmesini önlüyor. Laik düzeni sorgulayan kesim ise medya dışı araçları ve örgütlenme yöntemlerini kullanarak etkisini artırıyor.
       Medyayı yozlaşma süreciyle daha da fazla özdeşleştirme çabasının sonuçta kime yarayacağını bilmem anlatabildim mi?