Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Avrupa'da yeni otomobil satışları geçen yıl yüzde 6.6 artış gösterdi. Beklenenin üzerinde olan bu artışa devlet teşvikleriyle sektörel teşviklerin yol açtığı düşünülüyor. Bu yıl ise yeni teşvikler açıklanmadığı takdirde otomobil satışlarının en çok yüzde 2 -3 artması bekleniyor.
Uzmanlara göre Avrupa'da otomobil talebi, bu yıl piyasaya çıkartılacak bir dizi yeni model otomobil sayesinde de hareketlenebilir. Yeni modeller arasında Renault'nun çok amaçlı Espace modelinin küçük tipi olan Megane Scenic ve Ford'un küçük hatchback modeli Ka gibi özel pazarlara hitap eden modeller var.
1996 yılında Avrupa parazında satışlarını en hızlı artıran otomotiv grubu Volkwagen oldu. Avrupa oto pazarının yüzde 17.2'sini ele geçiren Alman grup ikinci sırada gelen Amerikan GM'le arasındaki farkı da 5 puana yükseltti. Bunların ardından Peugeot, Ford ve Fiat grupları geliyor.
En çok satan markalar arasında ise Opel, Ford ve Volkswagen ilk üçü oluşturdu. Satış hacminde en yüksek artış yüzde 38 ile Kore malı otomobillerde görülürken Avrupa markaları arasında en yüksek artışı 14.2 ile Mercedes, ikinciliği ise yüzde 11.1'lik artışla ile Fiat sağladı.

Siyasi istikrarsızlığın derhal Hazine faizlerine yansıdığını belirten bankacı Zekeriya Yıldırım, 1997 sonunda enflasyonun yüzde 65'lere düşebileceğini ve iyimserlik havasının sürebileceğini söylüyor.

Sermaye Piyasası Kurulu ile Dünya Gazetesi'nin düzenlediği toplantıya konuk konuşmacı olarak katılan tanınmış ekonomist Robert Barro'yu bankacı dostumuz Zekeriya Yıldırım'la birlikte dinledik. Barro'nun konuşması öncesinde sohbet ederken Zekeriya Yıldırım'a son finans piyasalarında gözlenen rahatlamanın kalıcı olup olmayacağını sordum.
Yıldırım, mali kesimde doğabilecek bir çalkantının bedelini herkesin bildiğini ve bunun hükümetle bu kesim arasında bir konsensüse varmayı kolaylaştırdığını kabul ediyor; bu arada Başbakan Erbakan'ın bankacılarla yaptığı toplantıda sergilediği sağduyulu yaklaşımın da altını çiziyor. Yıldırım'a göre önümüzdeki aylarda Hazine'nin iç borç ödemede ciddi bir sorunu olmayacak ve 12 aylık enflasyonda meydana gelecek düşüşler olumlu beklentileri güçlendirecek. Zekeriya Yıldırım'ın tahminine göre 1997 sonunda enflasyonun yüzde 65 dolayına inmesi mümkün.
Ben çok daha kötümser tahminler de bulunduğunu hatırlattığımda, "ben enflasyon konusunda biraz paracıyım ve rezerv para ile TEFE(Toptan Eşya Fiyatları Eendeksi) arasındaki ilişkiye bakıyorum", diyen Yıldırım, rezerv paradaki artışın 1996 yılının son döneminde sınırlı kaldığını ve bu nedenle enflasyonun da yeniden yükselmesini beklemediğini söylüyor.
Zekeriya Yıldırım'ın bu beklentisini kanıtlamak için gönderdiği grafikte, rezerv para ve TEFE'deki gelişimi gösteren eğrilerin yanısıra Hazine'nin borçlanma faizlerinin(yıllık bileşik bazda) 1995 başından 1996 sonuna kadar olan gelişimini gösteren bir eğri de yer alıyor. Bu eğrinin adeta bir Meksika şapkası görünümü kazanmasının başlıca nedeni 1995 sonu - 1996 başında yaşanan keskin faiz tırmanışı.
"Tamamen siyasal istikrarsızlıktan kaynaklanan bu tırmanışın ekonomiye faturası 4 milyar dolar oldu", diyen Yıldırım, siyasal istikrarsızlığın aşılması halinde borçlanma faizlerine yansıyan risk priminin düşeceğini ve devletin faiz yükünün hafifleyeceğini belirtiyor.
Yıldırım'ın bu saptamasına katılmamak olanaksız ama enflasyon konusundaki iyimserliğine katılmak için henüz erken olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Kitaplarıyla tanınan Thurow, Barro ve Fukuyama'nın söyledikleri Türkiye'nin 21. yüzyıla iddialı bir ülke olarak girmesinin giderek zorlaştığını düşündürdü.

Yazıları ve kitaplarıyla uluslararası bir üne kavuşmuş üç kişiyi bir hafta içinde dinleme olanağına kavuştuk. Önce "Kapitalizmin Geleceği" kitabının Türkçe yayınlanması nedeniyle Lester Thurow geldi. Onu Robert Barro ve Francis Fukuyama izledi. Bu vesileyle hiç değilse bir bölüm insan, Türkiye'nin kendine özgü gündeminin dışına çıkıp biraz farklı şeyler duyma, okuma, düşünme olanağını buldu.
Hiç de fena olmadı bence. Kitapları, yazıları, düşünceleri kapitalizmin merkezlerinde ilgi gören okunan üç yazarı Türkiye'de dinlemek ve onların söyledikleriyle Türkiye'nin sorunları ve durumu arasında bir ilişki kurmaya çalışmak yararlı bir düşünme egzesizi yapmaya yöneltti bizi.
Her üç yazarın bazı kitaplarını okumuş biri olarak Türkiye'de yaptıkları konuşmaları çok ilginç bulduğumu söyleyemeyeceğim. Kendilerinin Türkiye ile ilgili olarak söyledikleri de yeterince vakit ayırıp inceleme fırsatı bulamadıkları bir ülke için söylenmiş biraz yüzeysel sözlerdi sanki. Buna karşın onların verdiği bilgilerden, yaptıkları analizlerden Türkiye'ye dönük bazı anlamlı saptamalar yapmak mümkündü galiba.
Lester Thurow'un Türkiye'yi yakından ilgilendiren saptaması, kendilerine bir gelişme stratejisi çizemeyen ve insan sermayesine yeterince yatırım yapmayan ülkelerin 21. yüzyılda başarı şansının olmadığıydı. Türkiye'de iyi - kötü bir orta vadeli stratejisi olan tek kesim galiba Refah Partisi'nin temsil ettiği kesimdi ve onların benimsediği stratejinin Türkiye'de geniş bir yelpazede benimsenecek bir strateji olduğunu söylemek zordu. Aslında Türkiye yıllardan beri stratejisi olmayan bir ülke konumunda bocalıyordu. Doğru dürüst bir gelecek vizyonu olmayan ve günlük yaşayan bir ülkede insana yatırıma büyük kaynak ayrılmasını beklemek de olanaksızdı.
Robert Barro'nun konuşması sırasında gösterdiği bir tablo da Thurow'un saptamasından Türkiye için çıkardığımız sonucu doğrular nitelikteydi. Yüz küsur ülkenin verileri kullanılarak yapılan bir karşılaştırmadan çıkan sonuçlara göre, 21. yüzyılda iddialı olabilecek yirmi ülkenin arasında Türkiye yoktu. Bu tür sıralamalarda görmeye artık alıştığımız "Asya kaplanları" nın yanısıra Arjantin ve hatta Yunanistan bile ilk yirmide yer almıştı ama son yıllardaki performansıyla göz doldurmayan Türkiye listenin dışında kalmıştı.
Francis Fukuyama'nın ekonomik kalkınmanın en önemli belirleyicisi olarak tanımladığı "güven" unsurunun gelişimi açısından da Türkiye'nin çok olumlu bir noktada olduğu söylenemezdi her halde. Gerçi sivil örgütlenme kapasitesinin yükselmesi açısından Türkiye'nin bir gelişme içinde olduğu söylenebilirdi ama toplumdaki çatışma eğiliminin giderek arttığı; uzlaşma ve hoşgörünün küçümsendiği, çatışma ve kavganın yüceltildiği yadsınamazdı. Bu ortamda kişilere, kurumlara, örgütlere duyulan güven azalıyor, insanların en yakınlarına bile güvenemez hale geliyordu. Fukuyama'nın tezine göre bu ortamda Türkiye'nin başarılı bir kalkınma performansı göstermesi olanaksızdı.
Üç yazarın söylediklerini dinledikten sonra Türkiye'nin bu günkü yönelişleriyle 21. yüzyılın iddialı ülkeleri arasında yer alacağını söylelek galiba kolaylaşmıyor, tersine zorlaşıyordu.

Türkiye'de özellikle mali piyasalarda bir iyimserlik havasının estiği görülüyor. İç borcun çevrilmesinde sorun çıkmayacağını, enflasyonun ve faizlerin düşme eğilimini sürdüreceğini söyleyenlerin sayısı hayli fazla.
1997 için iyimser tablolar çizenlere, "pekiyi dış borç servisi ne olacak, ayda 700 - 800 milyon dolar mertebesindeki dış borç servisi nasıl yapılacak?", sorusunu sorduğunuzda kimileri, "canım dış borç ödemeleri geçen yıl nasıl yapıldıysa bu yıl da yapılır", diye cevap veriyor. Bunlar arasında uluslararası rating kuruluşlarının değerlendirmesinin ne anlama geldiğini hala anlayamayan ve mahalle kabadayılığıyla bu işlerin hallolacağını sanan bakanlar bile var.
Rating notunun önemini ve bu yıl durumun geçen yıldan farklı olduğunu bilenler ise bu soruya hemen cevap veremiyor. Biraz üstelediğinizde onların iyimserliğinin, Türkiye'nin çok geçmeden Uluslararası Para Fonu(IMF) ile anlaşma ortamına gireceği varsayımına dayandığını anlıyorsunuz. IMF ile anlaşmaya varılması halinde Türkiye'nin uluslararası piyasalarda borçlanma olanağının artacağını ve bu sayede dış borç servisinin aksamayacağını düşünüyorlar.
Türkiye'nin borçlanabilmeyi umduğu pazarlarda umduğu ölçülerde borçlanabilmesi için de IMF'den geçmesi şart gibi görünüyor. Örneğin bu pazarların en önemlilerinden biri olan Samurai pazarında Türkiye'nin tahvil satabilmesi için IMF'den geçmesinin çok önemli olduğunu söyleyen Japon yetkililer var.
IMF'nin bu noktadaki önemi Türkiye'ye duyulan güvensizlikten kaynaklanıyor. Bu hükümetten önceki hükümetlerin istikrarlı bir çizgi izlemede gösterdiği zaaflar, ortaya konan bütçe ve program hedeflerinin yanına bile yaklaşılamaması, Türkiye'deki yetkililerin söylediği sözlere, ortaya koyduğu hedeflere güveni iyice sarsmış. Refah - Yol hükümetinin bugüne dek izlediği çizginin ve açıkladığı önlemlerin bilinen istikrar programı kalıplarına çok uymaması da "denk bütçe" gibi iddialı hedeflerin inandırıcı olmasını zorlaştırıyor. Bu koşullarda ancak IMF'nin de onaylayacağı bir programın uluslararası finans çevreleri için inandırıcı olacağı anlaşılıyor.
Geçmişte IMF'ye muhatap olmayı ihanet sayan Refah Partisi(RP) de sanırım şimdi bu gerçeği görmüş durumda ve IMF ile(ve Dünya Bankası ile) iyi ilişkiler kurma çabasında. Devlet Bakanı Fehim Adak'ın Washington'da yaptığı temaslar bu çabanın bir göstergesi.
Bu çabanın IMF'de nasıl bir karşılık bulduğunun önemli ipuçlarını Washington'daki arkadaşımız Yasemin Çongar'ın IMF Başkanı Camdessus ile yaptığı görüşmede buluyoruz. Camdessus ile yaptığı görüşmeden hemen sonra telefonla konuştuğum Yasemin, IMF Başkanı'nın RP'nin IMF ile yakınlaşma çabasını olumsuz etkileyecek şeyler söylememeye büyük özen gösterdiğini söyledi. Yasemin'in izlenimine göre IMF Başkanı, RP'nin yaklaşımını cesur ve iddialı bulmuştu, önümüzdeki aylarda Türkiye'ye gelecek olan IMF heyeti olumlu bir sonuca varmak umuduyla gelecekti.
Ancak, Camdessus'nun Yaseminle yaptığı söyleşide münasip lisanla belirttiği gibi, IMF'nin onaylayacağı bir programın Refah - Yol hükümetini, özellikle de hükümetin RP kanadını zorlayacak koşulları vardı. Böyle bir programı popülist bir söylemle ve RP'nin geçmişte çok tekrarladığı sloganlarla bağdaştırmak olanaksızdı. Yalnızca iyi niyet jestleriyle IMF'yi ikna atmek ve dış borçlanma darboğazını aşmak ne yazık ki mümkün değildi.