Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Sözlükte "taciz" sözcüğünün karşısında şunlar yazıyor: "tedirgin etme; canını sıkma; rahatını, huzurunu kaçırma." Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi, "taciz"e uğramak için cilveli bir "konu mankeni"nin bir "tacizci doktor"un eline düşmesi gerekmiyor. Etrafta çok sayıda konu mankeni ve çok sayıda tacizci var. Bunlar binbir çeşit tacizde bulunuyorlar hepimize.
Ben de sık sık tacize uğradığımı hissediyorum bu ülkede. Örneğin trafikteki tacizin haddi hesabı yok. Trafiğe çıkarken sinir sisteminizi rölantiye alacak bir yöntem bulamazsanız kısa sürede sinir küpü haline gelebilirsiniz İstanbul trafiğinde.
Asıl ağrıma giden, yaşamımı zorlaştıran şey ise sürekli olarak "zihni taciz"e uğramam. Gazete okuyunca, televizyon izleyince, hele hele siyasi liderlerin söylediklerini duyunca, okuyunca kendimi fena halde aşağılanmış, ağır biçimde tacize uğramış hissediyorum.
Bir Başbakan çıkıp ekonomide gerçekleştirdikleri sözde mucizeleri anlatıyor. Bir takım rakamlar veriyor, grafikler gösteriyor; hayalindeki şeyleri olmuş gibi gösteriyor ve parmağını gözümün içine sokarak "dünya rekorunu kırdık" diyor.
Bir Başbakan Yardımcısı çıkıyor, yüzünden sarkan o iğreti gülümsemesiyle, "halkım rahat olsun, her şey kontrol altında, hükümetimiz uyum içinde çalışıyor", diye adam kandırmaya çalışıyor.
Partilerin Meclis gruplarında sıraları dolduran milletvekilleri adeta manyetize olmuş robotlar gibi, ülkeyi çıkmazdan çıkmazsa sürükleyen liderlerinin ağzının içine bakıp alkış tutuyorlar.
Kendilerine siyasi kariyer yapmak hevesindeki "konu mankenleri" her gün ortalara atılıp şeriat düzeni cazgırlığı yapıyorlar.
Cazgırlık yapan çok ama söylediği lafın arkasında duran pek yok. Başı sıkışan hemen kıvırtıveriyor, "ben öyle demedim, medya çarpıttı", deyip işin içinden sıyrılmaya çalışıyor.
Bunları dinlerken, izlerken feci halde aşağılandığımı hissediyorum. "Neden bunları görmek, duymak zorundayım?", diye kendime soruyorum. Gazetede yazı yazmasam, aktüaliteyi izlemek zorunda olmasam bu tacizciler taifesine kulaklarımı tıkar, daha insani bir hayat yaşamaya çalışırdım belki ama olmuyor. Ağır tacizden kurtulamıyorum.
Siyaset alanının dışında da zihni taciz söz konusu. Ucuz tarafından "rating" elde etmek için, duygu ve tepki sömürüsüyle üne ve paraya kavuşmak için yapılan şaklabanlıklarla, rezilliklerle sık sık karşılaşıyoruz, değişik alanlarda. Bazen en ağır zihni tacizi en medeni aydın kılığındakiler yapabiliyor.
"Tacizci doktor"un görüntüleri "rating" rekoru kırmış. Her gün karşılaştığımız zihni tacize ise yeterince tepki göstermiyoruz gibi geliyor bana.


Özellikle mali piyasalardaki gelişmeler ve faizlerin geleceği, siyasetteki olası gelişmelere endekslenmiş görünüyor.
"Siyasette yumuşama" diye yorumlanan olgu aslında yeni gerilimlere gebe bir ara dönemin belirsizlik sinyallerini yayıyor.
Bir hükümet değişikliği ya da erken seçim gündeme gelirse ekonominin ve piyasaların seyri tamamen farklı bir rotaya oturabilir.

Türkiye ekonomisinin büyüme temposunun ve faizlerin önümüzdeki dönemde nasıl bir seyir izleyeceğini kestirmek kolay değil. Daha doğrusu bana kolay görünmüyor. Bu ayrımı yapıyorum çünkü Türkiye gibi bir ülkede analiz yaparken varacağınız sonucu büyük ölçüde yapacağınız varsayımlar belirliyor. Dolayısıyla varsayımları farklı olan analizcilerin farklı sonuçlara varmaları doğal.
Yapmamız gereken ilk varsayım siyasi istikrarla ilgili. Özellikle mali piyasaların ve faiz oranlarının siyasi gelişmelerle ne kadar yakından ilişkili olduğunu yandaki grafik de gösteriyor. Kimilerine göre şu anda Türkiye'de "siyasi yumuşama" sağlanmış durumda, hükümet icraatına devam ediyor, dolayısıyla bu cepheden ekonomiye ve mali piyasalara olumsuz bir yansıma olması gündemde değil.

Siyasetin falı

Ben bu varsayıma ne yazık ki katılamıyorum. Bana öyle geliyor ki şu anda Refah Partisi'nin MGK kararlarını savsaklayarak vakit kazanma ve yeni hamleler için fırsat kollama çabalarının belirlediği bir ara dönem yaşıyoruz. "Yumuşama" denen şeyin bir noktada yeniden "sertleşme"ye dönüşmesi ve yeni gerilimlerin yaşanması hiç de uzak bir olasılık değil.
İkinci olarak bu olası gerilimlerin sonuçlanış biçimi konusunda varsayımlar yapmamız gerekiyor. Örneğin bir hükümet değişikliği ya da bir erken seçimin gündeme gelmesi ekonomide ve piyasalarda farklı tepkilere yol açabilir.
Buna bağlı olarak yapmamız gereken üçüncü varsayım, ekonomiyi etkileyecek kararlarda siyasi tercihlerin ne kadar ağır basacağı konusunda. Örneğin son iki aydaki parasal genişleme kontrol altına alınabilecek mi? "Yatırım hamlesi" ve her kesime destek derken bütçede ipin ucu kaçacak mı?
Dördüncü olarak rakamlarla, açıklanan verilerle ilgili varsayımlar yapmamız gerekiyor. Örneğin Başbakan Erbakan'ın açıkladığı bütçe verilerinin ve diğer "başarı göstergeleri"nin gerçek durumu değil "Erbakan gerçeği"ni gösterdiği yolunda kuvvetli kuşkular var.

Çelişkili sinyaller

Siyasi tablodan ve mevcut hükümetin tarzından kaynaklanan bu belirsizliklere reel ekonomiden yansıyan çelişkili sinyaller de eklendiğinde ekonominin ve piyasaların seyri konusunda tahmin yapmak daha da zorlaşıyor. Örneğin imalat sanayiinde üretimin yavaşladığı kapasite kullanımının düşük seyrettiği görülürken bazı sektörlerde talep patlaması sinyalleri alınıyor.
Bu noktadan sonra ne olacağını kestirmek için siyasetle ilgili varsayımlara geri dönmek gerekiyor. Başbakan Erbakan "büyüme rekoru kırma" hevesini gerçekleştirme tutkusuna kapılır ve parasal genişlemeyi de kullanarak iç talebi pompalarsa enflasyonda ipin ucu kolaylıkla kaçabilir. Böyle bir aşırı talep pompalamasını hesaba katmadan yapılan enflasyon tahminleri bile 1997 sonu için % 80 - 90 arasında bir fiyat artışını öngörürken aşırı bir talep pompalamasının sonucu vahim olabilir.
Diğer önemli belirsizlik noktası dış borç ödemeleriyle ilgili. Mevcut hükümetin IMF ile kısa sürede bir anlaşmaya vararak uluslararası piyasalardan yararlanma olanağına kavuşması çok düşük bir olasılık. Oysa yalnızca önümüzdeki üç ayda yapılması gereken dış borç servisi 2.4 milyar doları buluyor. Bu dönemde Hazine yüksek maliyeti göze alarak uluslararası piyasalarda bir miktar tahvil ihracı gerçekleştirse bile bunun ihtiyacın ancak üçte birini ya da dörtte birini karşılayabileceği tahmin edilebilir. Yani marttan sonra iç borç servisinde biraz rahatlayacak olan Hazine bu kez dış borç servisiyle uğraşmak zorunda kalacak.
Hazine'nin borçlanma faizlerindeki gelişmeler ise hem siyasetteki hem de piyasalardaki gelişmelerden etkileniyor. Grafikte görüldüğü gibi şu son dönemde Hazine faizleriyle TEFE(Toptan Eşya Fiyatları Endeksi)artışları 1995 sonbaharından beri ilk kez bu kadar birbirine yaklaşmış durumda. Daha sonra erken seçim kararı alınınca faizler başını alıp gitmiş ve sürekli olarak enflasyonun çok üzerinde seyretmiş. Bugün gelinen noktada da siyasetteki gelişmeleri tahmin etmeden faizlerin seyrini tahmin etmek çok zor.


Erkek yazarlar ve "erkek kitapları"nın yazarları, ya gözden düşmeyi göze almak ya da "kitap dünyasının yeni düzeni"ne uyum sağlamak zorunda. Özellikle son yıllarda ABD'de yaşanan gelişmeler kitap pazarının hızla kadınların hakimiyetine geçtiğini gösteriyor. Özellikle bizim "edebiyat" dediğimiz türü içeren kurgu kitaplarının alıcılarının %70 - 80 kadarını kadınların oluşturduğu anlaşılıyor. Kadın okurlar ise ya kadın yazarların yapıtlarını, ya da ana karakterin güçlü bir kadın olduğu romanları tercih ediyor.
Birçok tanınmış yazarın yazdığı geleneksel "erkek kitapları"nın son zamanlarda yayınevlerinin kapısından geri döndüğü görülüyor. Şu anda ABD'de en çok satan 10 kurgu türü kitabın 7'sinin ana karakterlerinin kadın olması da kadın hakimiyetinin hangi boyutlara vardığını ortaya koyuyor. Listedeki sekizinci kitabın ise konusu kadın okuyucular düşünülerek kurgulanmış: Yazar Dean Koontz'un kahramanı bu kez karısıyla kızlarının ölümüne neden olan uçak kazasını aydınlatmaya çalışan bir muhabir.
Koontz gibi "erkek macera kitapları" ile tanınmış bir yazarın bile yeni trende ayak uydurduğu günümüzde kitapçılar, artık eski tip kitapların satışının bir tek Babalar Günü'nde patladığını vurguluyor. Her ne kadar kitap dünyasında sağlam istatistiklere ender rastlansa da Gallup'un 1994 yılında yaptığı bir araştırmaya göre kurgu kitap alıcılarının %59'u kadın; kurgudışı kitaplarda ise bu oran %53. Bu trendin, birinci sınıf kadın yazarların sayısında patlamaya yol açtığı da başka bir gerçek.
Türkiye'de bu tür istatistikler var mı bilmiyoruz ama kitaba ve özellikle edebiyat yapıtlarına gösterilen ilgide kadınların öne çıktığını ülkemizde de gözlemleyebiliyoruz.