Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Süleyman Demirel’in Türkiye’nin şartlarını iyi bilen, havasını iyi koklayan, çok deneyimli bir politikacı olduğu malum. Politikadan kolay kolay vazgeçmeyeceği de biliniyor. Ülkesinin, halkının ona ihtiyaç duyduğunu hissederse bu çağrıyı reddetmeyeceğini ilan edip duruyor. Ertuğrul Özkök’e yaptığı açıklamada, gelirse ne yapacağını da müjdelemiş, "Kesin söylüyorum, bu krizi iki ayda bitiririm" demiş.
Bakın, dikkat edin, 100 gün falan demiyor, "iki ay yeter" diyor Sayın Demirel.
Söylediklerini sonradan inkar etme konusunda hayli deneyimli olan Sayın Demirel bu iki aylık süreyi salt dikkat çekmek için de vermiş olabilir tabii ama son haftalarda inciler saçmaya devam eden bizim komplo teorisyenlerine özendiğim için ben bu lafı ciddiye almaya karar verdim. Acaba Sayın Demirel, krizin aşıldığı izleniminin yaratılabileceği bir konjonktürün içine girmekte olduğumuzu mu düşünüyor? Kimseye umut aşılayamayan bu hükümetin donuk kaldığı noktada sahneye çıkıp iş alemine moral vererek ekonomide geçici bir canlılık yaratabileceğini mi hesaplıyor? "Çarkı bir kez çevirirsek gerisi kolay" diye mi düşünüyor?
Aslında en fazla mevcut hükümetin düşünmesi gerek bu lafın üzerinde. Ekonominin sağlıklı yapıya kavuşması için gerekli olan zor ve acıtıcı operasyonları yaptı bu hükümet ama hastayı bir türlü ayağa kaldıramadı, hatta iyileşeceğine ikna da edemedi. Şimdi morallerin iyice bozulduğu noktada belki de bir başkası gelecek, "okuyup üfleyerek" hastayı ayağa kaldıracak ve primi de o toplayacak.

Türkiye’de süreklilik kazanıp adeta bir hayat tarzı haline gelmeye başlayan kriz ortamından yakınanlara, siyasetçilere ateş püskürüp hemen "biz adam olmayız" karamsarlığına sıçrayanlara hep aynı şeyi söylüyorum son zamanlarda. Lütfen başınızı kaldırıp dünyaya bakın, dünyada olup bitenleri izleyin, özellikle de "rakipsiz süper güç" olarak kabul gören ABD’nin düştüğü duruma bakın diyorum. Türkiye’deki entelektüel birikimin sığlığından yakınan, aklın değil duyguların belirlediği tepkilerin yaygınlığı yüzünden pek çok sorunun çözümsüz kaldığını düşünen ve bunu biraz da bize özgü bir şey zanneden biri olarak kendimi bir hayli rahatlamış, hafiflemiş hissediyorum 11 Eylül sonrasında. Bazen bize özgü olduğunu düşündüğümüz zaafiyetlerin, analizi reddeden ve hemen kaba güce dayalı çözümlere yönelen duygusal tepkilerin, yaşananların derinliğini kavrayamayan yüzeysel yaklaşımların aslında hiç de bize özgü olmadığını, her şeyiyle dev aynasında gördüğümüz ülkelerde ve toplumlarda bile ortaya çıktığını gördükçe garip biçimde teselli buluyorum sanki.

11 Eylül’e ilkel tepki
11 Eylül sonrasında Amerika’da ve ‘Batı uygarlığı’nı temsil etme iddiasındaki cephede hakim eğilim olarak ortaya çıkan tavır gerçekten ilginç. En kaba biçimiyle ifade edecek olursam, bu cephede 11 Eylül bütünüyle ‘Batı uygarlığı’nı hedef alan ‘İslam terörizmi’nin vahşi bir saldırısı olarak görülüyor ve bunun dışında bir açıklama yapmaya çalışan herkes hemen ‘İslam terörizmi’ni savunmakla ya da en azından bu vahşet karşısında kayıtsız kalmakla suçlanıyor. Bu anlayışa göre "11 Eylül’de New York’ta yaşanan felakete yol açanları lanetliyorum" diye söze başladıktan sonra "ama" ya da "fakat" gibi bir sözcük kullanırsanız yeriniz hemen Bin Ladin’in yanı oluyor. Bu korkunç eylemlere girişenlerin motiflerini, ruh hallerini, bu eylemleri hangi ortamda gerçekleştirdiklerini anlamaya çalışırsanız ya da 11 Eylül’e cevap olarak Afganistan’ın bombalanmasını sorgulamaya kalkışırsanız ‘Batı uygarlığı’nı savunan cepheye ihanet etmekle suçlanabiliyorsunuz. Hele bir de kimlik kartınızda "dini İslam" yazıyorsa sizi "İslam terörizminin destekçisi" olarak bile görebilirler. Bu yaklaşımın sığlığını ve anlamsızlığını cesaretle ortaya koyan Amerikalı ve Avrupalı entelektüellerin de aynı muameleye tabi tutulduklarını ve "karşı cephenin adamı" sayıldıklarını görüyoruz.

Depremden beter
Özellikle Amerikalıların neden böyle bir yaklaşıma saplanıp kaldığını anlamak aslında çok zor değil belki de. Komplo teorisyenleri ne derse desin bana öyle geliyor ki Amerika çok büyük bir şok yaşadı 11 Eylül’de. Bunun en güzel kanıtı önceki gece New York’u yoklayan 2.6 şiddetindeki depreme verilen tepkilerle ortaya çıktı. New York Times’a göre, gece yarısı saat 01.45 dolayında meydana gelen sarsıntıyı hissedenlerin çoğu "önce yeni bir terörist saldırı sanıp paniğe kapıldık, sonra deprem olduğunu anlayınca rahatlayıp yattık", diyordu. Ne zaman ve hangi şiddette vuracağı bilinmeyen bir depremden bile çok daha ürkütücü bir olay olarak Amerikalıların belleğindeki yerini aldı 11 Eylül terörü. Bu korkunç olayı gerçekleştirenleri lanetlemekte yetersiz kalan ya da derhal intikamını almak isteyenlere destek vermeyen herkes Amerika’nın ve hatta "uygar Batı"nın düşmanı sayılabiliyor bu ruh hali içinde.

Küresel asimetri
Ben 11 Eylül’ün dehşet sahnelerini New York’tan kilometrelerce uzakta, televizyondan izlemiş biri olarak Amerika’da yaşanan dehşeti ve bunun toplumda yarattığı tepki selini anlayabiliyorum da ABD yönetiminin bu denli gafil avlanmasını ve olayı kavramakta bu derecede aciz kalmasını kavramakta zorlanıyorum doğrusu. Sanki yepyeni bir küresel asimetriyle karşı karşıyayız. 11 Eylül eylemini gerçekleştirenlerin, Amerika’nın ve küresel düzenin zaaflarını, ABD’ye ve küreselleşmeye karşı tepkilerin yaygınlığını çok iyi analiz etmiş, nasıl bir darbenin en etkili olacağını çok iyi belirlemiş oldukları anlaşılıyor. Buna karşılık küresel düzene yön verme iddiasındaki ABD yönetimi, korkunç eylemden sonra bile ne olup bittiğini anlamaktan aciz bir görünümde, ilkel bir intikam alma hırsıyla Afganistan’ı bombalayıp duruyor. Asıl sorunun küresel boyutta bir meşruiyet erozyonu sorunu olduğunu, ABD’nin küresel düzeni yönetme hakkının sınandığını görmek istemiyor ABD.
Cumhuriyet devrimini 78 yıl önce gerçekleştirmiş, halkının yüzde 99’unun Müslüman olduğu bir ülkede, bir 29 Ekim gününde bunları düşünebilmek ve yazabilmek aslında bir ayrıcalık galiba.

Kemal Derviş’in geçen pazartesi CNN - Türk’te önemli açıklamalar yapabileceği konusunda geçen hafta bu köşede dile getirdiğim beklenti bana göre fos çıktı; Derviş o programda bilinenleri tekrarladı, "ekonomi yönetiminde eşgüdümün önemi" üzerinde durdu, bana yeni gelen ve ufuk açan hiç bir şey söylemedi. Her halde benim beklentim yanlıştı. Ne var ki Sayın Derviş’in beni pek tatmin etmeyen sözleri, iki haftadır "dış kaynak" beklentisiyle gelin - güvey olan piyasalara moral aşılamaya yetti. Borsa yükseldi, dolar ve faizler biraz gevşedi. İstenen miktarda dış kaynağın geleceğine "oldu bitti" diye bakılıyor bizde ama dışarıda farklı yorumlar sürüyor. Örneğin Financial Times gazetesinin 26 Ekim sayısında yer alan Londra ve New York mahreçli ve çift imzalı bir haberde "Türkiye’ye sağlanacak yardım konusunda belirsizlik artıyor" deniyor.