Kemal Derviş, bizim siyasetçilerde görmeye pek alışmadığımız bazı niteliklere ve hasletlere sahip. Mesut Yılmaz’ın o sahte tebessümü, Tansu Çiller’in o sırıtan sevecenliği, Devlet Bahçeli’nin o sfenksvari katılığı, Deniz Baykal’ın o kalıplaşmış hali yerine o anda hissettiğini dışa vurmaktan kendini alamayan, yüzündeki ifadenin içtenliğini hissettiren, dokunuşuyla pozitif enerji aktarabilen, çok daha hakiki ve doğal bir insan izlenimi veriyor Derviş bana. Bu niteliklerine ek olarak sahip olduğu bilgi ve deneyim birikimi de Derviş’e siyasette bir şans tanımanın Türkiye için iyi olabileceğini düşündürüyor.
Dünya Bankası’ndan ayrıldıktan sonra IMF’yi yerden yere vuran bir kitap yazarak daha da ünlenen Nobel ödülü sahibi ünlü ekonomist Joseph Stiglitz, Türkiye gibi ülkeleri "fırtınalı okyanusta kürek çekerek yol almaya çalışan küçük sandallara" benzetmişti, Asya krizi sonrasında. Bu köşede yer alan diğer yazılarda da görüleceği gibi, bugün de durum pek farklı değil, bu kez Latin Amerika fırtınanın göbeğine doğru sürükleniyor. Türkiye de fırtınanın uzağında değil; bu tehlikeli dönemi uluslararası suları çok iyi bilen bir kaptanla geçmemiz lazım. Bu bakımdan da Derviş’e siyasette bir şans tanımanın tam zamanı.
Ancak Derviş’in son haftalardaki tereddütleri ‘yakın çevre’ sorunu, yüzüne yansıyan kaygılı hali ve risk almadan sonuç alma hevesinde olduğunu düşündüren cesaretsiz tavırları, lider kumaşına sahip olup olmadığı sorusunu da sorduruyor insana.
Traji - komik bir oyun oynanıyor sanki. Bir ülke, piyasa sistemini kurumsallaştırmak ve sürdürülebilir ekonomik büyümeyi sağlamak için IMF gözetiminde bir program uygularken o ülkenin halkı gidişattan memnun olmadığını belli ederse ve seçim tarihi de yakınsa, "piyasalar" derhal ipini çekiveriyor o ülkenin ve iflasın eşiğine sürüklenen ülkeyi kurtarmak görevi gene IMF’ye düşüyor. Söz konusu ülkeye daha da büyük bir mali destek vaat ediliyor, "piyasalar" ikna olmuş gibi yapıyor ve oyuna devam ediliyor.
Son örnek Brezilya. Uluslararası Para Fonu (IMF), Brezilya ekonomisini ayakta tutmak için 30 milyar dolarlık rekor bir destek vaat etti. Daha on gün önce "Brezilya’ya para verelim de ülkenin zenginleri İsviçre’deki hesaplarına mı aktarsın", diyerek Brezilya’nın desteklenmesine karşı çıkan ABD Hazine Bakanı Paul O’Neill, yaptığı gafın Brezilya’yı iflasın eşiğine getirdiğini fark edince çark etti ve IMF’nin rekor bir destek vaadiyle kesenin ağzını açmasını sağladı.
Gaf yapma konusunda Başkan Bush’u bile yaya bırakan O’Neill, 2001 başında, göreve yeni başladığı günlerde de "artık hiçbir ülke için kurtarma operasyonu yapılmayacağını" söylemiş, ancak kısa bir süre sonra 19 Şubat krizine giren Türkiye’nin kurtarılması için yeşil ışık yakmak zorunda kalmıştı.
2001’de Türkiye ile 2002’de Brezilya, IMF gözetimi altında program uygularken bu duruma düştüler. Türkiye 19 Şubat komedisiyle geldi bu noktaya, Brezilya’da ise ekim ayında yapılacak başkanlık seçimini solcu adaylardan birinin kazanması ihtimalinin güçlenmesi krizi tetiklemeye yetti.
Seçim ve kriz
Daha seçime dört ay kala Brezilya’dan sermaye kaçışı başladı, ülke parası hızla değer yitirdi, Brezilya tahvilleri uluslararası piyasalarda yere çakılırken faizleri tavan yaptı, bu ortamda Brezilya’nın 250 milyar dolarlık dev borcunu çeviremeyeceği tartışılmaya başlandı ve The Economist dergisinin nitelemesiyle "IMF ile yaptığı anlaşmaları 1999’dan beri eksiksiz uygulayan" Brezilya bir anda uçurumun kenarına sürüklendi. Eğer IMF 30 milyar dolarlık güçlü bir destekle devreye girmeseydi Brezilya’nın kendini kurtarması çok zor olacaktı. Yüzde 80’i seçim sonrasında verilecek olan bu 30 milyar doların bile derde deva olacağı garanti değil. Piyasalar bu dev desteğe karşın ikna olmazsa, seçim sonuçlarını beğenmezse, ya da seçimi kazanan aday IMF’ye burun kıvırırsa Brezilya gene iflas noktasına gelebilir.
Türkiye’de ne olur?
Türkiye de IMF ile yaptığı son anlaşmayı eksiksiz uygulamaya çalışarak seçime gidiyor. Brezilya’dakinden farklı olarak, Türkiye’de sol partilerin seçimi kazanma şansları çok fazla olmadığı gibi "piyasaları" korkutacak bir halleri de yok şu an için. IMF ile uyumlu davranma konusunda IMF yetkilisi Deppler’i bile şaşırtan bir mutabakat var sanki Türkiye’de. Buna karşın, seçim kampanyası sırasında aykırı seslerin yükselmesi, IMF’nin bir hedef tahtası haline gelmesi ve seçim sonucunda ortaya çıkacak tablonun piyasaları ve IMF’yi memnun edecek bir tablo olmaması ihtimali de yok değil bence.
Aslında mali piyasalar, erken seçim lafıyla birlikte bu ihtimali fiyatlarına yansıttı. IMF ise seçime karşın desteğini sürdüreceğini açıkladı. Bu nedenle şimdilik ortalık sakin görünüyor ve Derviş’in görevden ayrılmasının bile anlık bir tepkinin ötesinde durumu fazla etkilemeyeceği söyleniyor. Ancak seçim kampanyasında IMF karşıtı bir hava esmeye başlarsa ve seçimin olası sonucu piyasadaki kaygıları artırırsa biz de ciddi sıkıntılarla karşılaşabiliriz.
Latin Amerika ile ilgili grafik çok şeyi anlatıyor aslında. Petrodolarların uluslararası bankalar aracılığıyla Latin Amerika’ya aktığı 1970’lerde, bölgeye doğrudan yatırım sermayesi girişi olmamasına karşın, Latin Amerika’ya net kaynak transferi olmuş. Bu sayede ekonomik büyümesini de hızlandırabilmiş Latin Amerika. Ancak 1982’de Meksika’nın borç krizine girmesiyle durum tersine dönmüş, banka kredileri kesilirken doğrudan yatırım sermayesi de gelmediği için bu kez Latin Amerika’dan büyük miktarlarda net sermaye çıkışı olmuş. Bunun sonucunda da büyüme durmuş, kimi Latin Amerika ülkelerinde durgunlukla hiperenflasyon birlikte yaşanmış, yoksullaşma artmış.
Latin Amerika’nın "piyasa reformları"nı gerçekleştirmeye başladığı 1990’larda ise bambaşka bir tablo çıkıyor karşımıza. Bu kez artan miktarlarda doğrudan yatırım sermayesi akmaya başlıyor Latin Amerika’ya ve net kaynak transferi yeniden başlıyor. Büyüme hızlarının arttığı, enflasyonun bünyeden atıldığı, reel gelirlerin hissedilir biçimde yükselmeye başladığı bir dönem yaşanıyor. Bu dönem 1998’e kadar sürüyor. Asya krizi sonrasında Latin Amerika’ya doğrudan sermaye girişi yavaşlarken diğer sermaye hareketleri ciddi miktarda eksi bakiye vermeye başlıyor, sermaye kaçışı yaşanırken bölge tekrar net kaynak erozyonuna uğruyor. Bunun sonucunda ekonomik büyüme duruyor ve yeniden yoksullaşma başlıyor. Tablonun özeti açık; net dış kaynak girişi yoksa büyüme de yok. Bu sonuç Türkiye için de aynen geçerli.
Masum Türker çok nazik bir dönemde, fevkalade zor bir görevi üstlendi. Bir kere Kemal Derviş gibi iç ve dış piyasalarda büyük güven uyandırmış, sözü senet kabul edilen bir bakanın boşalttığı koltuğa oturdu. Siyasi istikrarın zorunlu olarak tartışma gündemine geldiği bir seçim arifesinde iç ve dış piyasalarda aynı güveni yaratması kolay olmayabilir. İkincisi, birçok harcamanın onay merci olan Hazine, seçim döneminde özel bir önem kazanıyor ve bu bakımdan da Derviş’in titizlikle üzerinde durduğu disiplin anlayışını sürdürmek gerekiyor. Türker’in bakan olarak yaptığı ilk açıklamada "seçim ekonomisi uygulanmayacağını" söylemesi bu bakımdan iyi bir başlangıç oldu. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi Türker’in kritik bir dönemde ve geçici olarak bu koltuğa oturduğunu unutmaması gerekiyor. "Fırsat bu fırsat, ben de bu fırsatı kullanıp kendimi göstereyim" havasına girip siyaseten prim yapacağını düşündüğü uygulamalara girişirse bunun bedeli ağır olabilir. Hiç unutmasın ki şimdi bütün gözler onun üzerinde, atacağı en ufak bir yanlış adım piyasalarda büyük tepkilere yol açabilir.