Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Dünya ekonomisiyle ilgili tartışmalar, bizim olası Marmara depremiyle ilgili olarak aklımıza takılan sorulara benzer soruları gündeme getirdi: 1997’deki Asya krizinden beri yaşanmakta olan irili - ufaklı depremler, küresel kapitalizmin faylarında biriken enerjiyi açığa çıkarmaya yetecek mi, yoksa bir büyük kırılma mı yaşanacak? Deprem kaç şiddetinde olacak ve ne kadar tahribat yapacak?
UNCTAD’ın hafta içinde açıkladığı verilere göre, güvenin giderek kaybolduğu ortamda, zengin - sanayileşmiş ülkelere akan doğrudan yatırım sermayesi 2001’de son 30 yılın en çarpıcı düşüşünü göstermiş ve % 67 azalmış. Gelişmiş ülkelere giden yatırım sermayesi 2000’de 1 trilyon 227 milyar dolardan 2001’de 503 milyar dolara gerilemiş. Buna karşılık "gelişmekte olan" ülkelere giden yatırım sermayesindeki azalış yalnızca % 14. Yani asıl güven bunalımı ve şok küresel kapitalizmin merkez ülkelerinde yaşanıyor.
Borsa endeksleri bu krizin başka bir göstergesi. ABD’den Avrupa’ya ve Japonya, bütün büyük hisse senedi borsalarının endeksleri beş altı yıl önceki düzeylerine geriledi, trilyonlarca dolarlık kâğıttan servet silindi. Düşüşün nerede duracağı da bilinmiyor.
IMF ve Dünya Bankası yıllık toplantıları bu yıl bu ortamda yapılacak. Küresel kapitalizmden en kazançlı çıktığı düşünülen ülkeler de sıkıntı içinde. Bu sarsıntı büyük bir depreme dönüşmeden atlatılabilirse herkes rahat bir nefes alacak herhalde.

Geçenlerde İstanbul Sanayi Odası Meclis Başkanı Hüsamettin Kavi ve eski ANAP milletvekili Selçuk Maruflu ile sohbet ederken söz hemen seçimlere geldi tabii ve seçimlerin kime ne getireceğini konuşmaya başladık. "Banka kesiminde tasfiye yaşandı, sanayide yaşanıyor, şimdi sıra siyasette" dedi muhataplarımdan biri. Gerçekten de öyle görünüyor durum, bu gidişle Türkiye’nin son on, hatta yirmi yılına damgasını vuran siyasi kadroda ciddi bir tasfiye yaşanacak, 3 Kasım’da. Bugün bu konularda bir şeyler yazmaktı niyetim ama sonra bütün bunların beni fena halde sıktığını fark ettim.
Ekonomideki belirsizlik, piyasalardaki ürkütücü sükûnet, siyasetteki ayak oyunları, seçim öncesi ve sonrası senaryoları yetti artık, hepsinden bıktım, usandım. Birkaç hafta yazı yazmasam belki havam değişir, gene dönerim bu tür konulara. Bugün, başka bir âlemde dolaşmak istiyorum biraz, anılarla beslenen duygularım farklı bir muhasebenin içine çekiyor beni. Yılların tasfiye edemediği kalıcı güzellikler de bulunduğunu hatırlatıyor bana.

Şükran Güngör mü öldü?
Beni bu havaya sokan ilk olay Şükran Güngör’ün ölümü oldu. Onu ilk kez kaç yıl önce seyretmiştim sahnede, hatırlamıyorum ama beni hep etkilediğini hatırlıyorum. Benzersiz oyunculuğu bir yana, sahnedeki ve hatta beyazperdedeki Şükran Güngör’ün bana çok sıcak gelen, bambaşka bir havası vardı. Hemen her alanda, kendinden emin, kendini bir şey sanan tiplerin kasılarak ortada dolaştığı bir dönemde, Şükran Güngör’ün yarattığı tiplerde sık vurguladığı o tereddütlü hali severdim herhalde. Onun bakışlarında arada bir loş bir mutluluk belirtisi yakalamak da mümkündü zaman zaman. Öfkesi ise çok daha ani ve netti sanki. Arayacağım onu.

Eczacıbaşı ve kurucu kuşak
Eczacıbaşı Topluluğu’nun 60. yılını kutlama gecesinde bu kez Nejat (Eczacıbaşı) Bey geldi gözümün önüne. Onun da sanayiciliği ve işadamlığı bir yana, özellikle kültür ve sanat alanında ne kadar çok şeyin öncülüğünü yaptığını düşündüm. İstanbul’un adını uluslararası sanat takvimine taşıyan İstanbul festivallerinin temelini o atmıştı. İyi dış ilişkileri olan, sıfırdan başlayıp bir eser yaratmayı başarabilen, kurucu kuşağın temsilcisiydi Nejat Bey. Sema ve Barbaros Çağa’nın müstesna resim koleksiyonunu "Günyüzü"ne çıkaran sergide de bir sanatçımızla sohbet ederken de "kuşak" konusu geldi gündeme. Küçük de olsa bir koleksiyoner kuşağı oluşmuştu Türkiye’de, şimdi bu koleksiyonerlerin koleksiyonlarını sergileme aşamasındaydık. Müze oluşturma aşaması belki de bundan sonra gelecekti.
Gerçekten müstesna yapıtlar var Çağalar’ın koleksiyonunda, beni en fazla etkileyen ise Burhan Uygur’un Bodrum temalı büyük tuvali oldu. Salt o tabloyu ve Erol Ayavaşlar’ı görmek için bile gitmeye değebilir "Günyüzü" sergisine.

Milliyet Sanat 30 yaşında
Milliyet Sanat Dergisi 30. yılını kutluyor bu akşam. 12 Mart döneminin sıkıntılı günlerinde, Zeynep (Oral)’ı ziyaret etmek için arada bir uğrardım Milliyet’in Cağaloğlu’ndaki binasına. Yakında kaybettiğimiz Akal (Atilla) ile Zeynep, küçük bir odanın içinde adeta tutkuyla çalışır, çıkartırlardı Milliyet Sanat’ı. Kendine özgü bir espri ortamı yaratmışlardı sanki o küçük odada. Genellikle yüzüm gülerek ayrılırdım yanlarından.
O günlerin ortamını ve Cağaloğlu atmosferini de biraz özlüyorum galiba. Gazetecileri birbirine yaklaştıran bir ortam vardı o zaman, sonra herkes bir yana dağıldı ve biz de "nerede o eski günler" diye yakınmaya başladık böyle. Nefis bir eylül akşamında, gençliğimin geçtiği Bebek’te bunları düşünürken, akıp giden yılların tasfiye edemediği şeyler de olduğunu anlıyorum, bir kez daha. Seçimin ne olacağını, yeni iktidarın neler yapacağını, hangi siyasetçilerin tasfiye olacağını ise hiç düşünmek istemiyorum bu ortamda.

Türkçe lügatler konusundaki bilgim çok sınırlı ve ciddi bir karşılaştırma yapma olanağım yok ama Simurg Kitapçılık tarafından yayımlanan Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugatı’nın ilk cildini görünce ister istemez etkilendim. Kâğıdı, baskısı, cildi, sunuluşu mükemmel. Türkçe’ye âşık bir Avusturyalının, Andreas Titze’nin 60 yıllık Türkçe aşkının ürünü olan bu titiz çalışma altı büyük cilt ile bir indeks cildinden oluşacak ve yayımlanması iki yıl içinde tamamlanacak. Sözlüğün temel özelliği, Dede Korkut’tan çağdaş yazarlarımıza kadar uzanan geniş bir zaman diliminde, "Türkiye Türkçesi" ile yazılmış metinlerde yer alan sözcükleri kapsaması ve bu metinlerde bulunmayan sözcükleri içermemesi. Sözlükte yer alan bütün sözcüklerin etimolojisi verilmiş ve örnek olarak yer aldığı metinlerin kaynağı belirtilmiş.