Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Bizim yeminli Amerika hayranlarıyla dünyayı yirmi yıl geriden izleyen "monşerler", bugün dünyanın nasıl bir "Amerikan tehdidi" ile karşı karşıya bulunduğunun pek farkında değiller. Onlar için Amerika hâlâ eski Amerika; Türkiye de eski Türkiye olmalı ve ABD’nin Irak’ta savaş çıkarma hevesini doğal karşılayıp derhal ABD’nin yanında yer almalı, ne istiyorsa yapmalı. Savaş ganimetinden pay almak için de bunu yapması gerekiyor Türkiye’nin.
Dünyayı izlemeye çalışıyorum, Başkan Bush ve çevresindeki "şahinler" dışında Irak savaşının haklılığını ve gerekliliğini savunan yok gibi. Dünyanın dört bir yanında savaşa ve ABD’nin hegemonyacı tavrına karşı tepkiler yükseliyor. Önceki gün 32 ülkede düzenlenen savaş karşıtı gösterilere yüz binlerce kişinin katıldığı anlaşılıyor. ABD’de yayımlanan Time dergisi Avrupa’nın Amerika’ya duyduğu nefreti kapak konusu yaptı. ABD içinde de savaşa karşı tepkiler yoğunlaşırken Bush’un popülaritesinin 11 Eylül’den bu yana en düşük düzeye indiği belirtiliyor.
Bush yönetimi altındaki Amerika’nın dünya için böylesine büyük bir tehdit haline gelmesi, askeri bakımdan ABD’ye rakip olabilecek bir gücün kalmadığı bir dünyada, ABD yönetiminin hiçbir kural tanımadan tek başına dünyaya hükmetmek hevesinden kaynaklanıyor. ABD, kendi hegemonyasına yönelik her tehdidi güç kullanarak yok etmeyi hedeflediği için büyük bir tehdit. Gaddar Saddam yakında herhalde devre dışı kalacak ama ABD tehdidi sürecek.


Türkiye’yi 2001 krizine götüren süreç, giderek büyüyen kamu açıklarının da katkısıyla mali sistemde kendini gösteren hastalığın, 2000 yılı Kasım ayında açığa çıkmasıyla başladı.
19 Şubat sonrasında Kemal Derviş’in devreye girmesi, mali sisteme neşter vurulması, parlamentonun reform yasalarını çıkarması ve IMF desteğinin sağlanması, krizin daha da vahim sonuçlar doğurmasını önledi ve 2002 yılının bir toparlanma yılı olmasını sağladı. Ekonomimiz tekrar büyümeye başlarken enflasyonda da 50 puana varan düşüşler oldu. Seçimlerden tek parti iktidarı çıkması da iyimserliği artırdı.

Hastalık sürüyor
Ancak bütün bunlar olurken, 2001 krizinin tetikleyicisi olan mali sistemdeki hastalık tam anlamıyla atlatılmış değildi. Sisteme güvenin pekişmediği ortamda TL ciddiye alınan bir para konumuna gelemedi; bankalar sanayiciyi, tüccarı değil devleti finanse etmeye öncelik vermeye devam etti; reel sektör de finansman ihtiyacını Türk banka sistemi dışından karşılamaya yöneldi. Bankalar Birliği Genel Sekreteri Dr. Ekrem Keskin’in derlediği veriler, mali sistemdeki sağlıksız yapıyı bütün çıplağıyla ortaya koyuyor.
Mali sistemdeki sağlıksız yapının kökeninde TL’ye ve sisteme duyulan güvensizliğin sürmesi yatıyor. 2002 yılında TL mevduatın reel getirisi % 16 dolayındayken euronun reel getirisi % 5 dolayında kaldı, doların reel kaybı ise % 12’yi buldu. Buna karşın döviz cinsinden mevduat % 11 artarak 45 milyar doları geçerken TL mevduat (dolar bazında) ancak % 9 artarak 34 milyar dolarda kaldı ve toplam mevduattaki payı % 43’e düştü. TL’ye güven duyulmadığı için TL’deki fazla getiri, para sahiplerini TL’ye yöneltmeye yetmedi. Mevduatın ortalama vadesinin 2.5 ay olması da insanların sisteme duydukları güvensizliğin bir başka göstergesi oldu.
Öte yandan mevduat bankalarının açtığı kredilere baktığımızda, 2001 yılı sonunda 22 milyar doları bulan kredi stokunun 2002 yılında % 11 azalarak 19.5 milyar dolara düştüğünü görüyoruz. TL cinsinden kredilerde düşüş oranı % 13’ü buluyor. Buna karşılık tasfiye olunacak kredilerin toplamı 2002 yılında % 37 artarak 6.1 milyar doları bulmuş. TMSF’ye devredilen batık bankaların sorunlu kredi rakamını da buna eklediğimizde sistemdeki sorunlu kredi toplamı 10 milyar dolara dayanıyor.

Reel sektörün finansmanı
Bu noktada Türk banka sisteminden kredi alamayan reel sektörün kendini nasıl finanse ettiği ve 2002 yılındaki yüksek oranlı üretim artışını hangi parayla gerçekleştirdiği sorusu kafaları kurcalıyor. Bu sorunun kesin cevabını kimse tam olarak bilmiyor ama Türk sermaye sahiplerinin ülke dışında, yabancı bankalarda tuttukları kaynakların bir bölümünü kredi olarak geri getirerek ya da özsermayelerini takviye ederek işlerini finanse etmiş olmaları güçlü bir olasılık. Finans dışı kesimin dış borcunun 2002 yılında 34 milyar dolara dayanmış olması da bu olasılığı destekleyen bir gösterge. Ayrıca dış pazara yönelik çalışan firmaların değişik dış finansman kombinezonlarından yararlandığını da biliyoruz. Yani Türk mali sistemini dışlayarak (by - pass ederek) kendini finanse etmeye çalışan bir reel sektör ve reel sektörü dışlayıp hemen tüm kaynaklarını kamu kesimine kullandırma eğiliminde bir banka sistemi var karşımızda. Bunun sağlıklı bir işleyiş olduğunu iddia etmek ise olanaksız. Türkiye’de yaratılan toplam tasarrufun neredeyse tamamının kamu kesimi tarafından kullanıldığı ve özel sektörün ülke dışından finanse edildiği garip bir işleyiş söz konusu. Türkiye’nin dış kredi riskinin arttığı noktada derhal akamete uğrayacak bir süreç bu.

Kamu kağıdı cenneti
Devletin iki yakasının bir araya gelmemesiyle ve büyük kamu açıklarının sürmesiyle yakından ilişkili olan bu hastalıklı yapı içinde banka kredilerinin mali sistemdeki payı giderek düşerken kamu kağıdı stokunun toplamı da mali sistemin büyüklüğünü aşıyor ve 2002 sonunda da % 104’ü buluyor. Öte yandan banka dışı kesimin elindeki kamu kağıdı stokunun da giderek arttığı ve 2002 yılı sonunda 21 milyar doları aştığı görülüyor. Kamu kağıtlarının banka dışı kesim için mevduata ciddi bir alternatif haline geldiği söylenebilir.
Banka sisteminin bu koşullar altında sağlıklı bir yapıya kavuşması da çok zor. 2002 yılının kesin verileri belli olduğunda banka sisteminin kar üretmeden çalıştığını daha net görebileceğiz.
Neresinden bakarsak bakalım, ekonomimizin ve özel reel sektörün sağlıklı gelişmesini desteklemesi mümkün olmayan bir mali sistem tablosuyla karşı karşıyayız. Kamu kesiminde mali disiplinin sağlanması sağlıklı bir yapıya geçişin önkoşulu ama sistemi sağlıklı bir işleyişe kavuşturmak için mali disiplinin ötesinde, mali sistemin yapısını etkileyecek kapsamlı reformlar gerekiyor.