Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Sürkeli okurlarım farkındadır, yılardır Türkiye’deki enflasyonla ilgili tahmin yapmıyorum ben; yapılan tahminleri de fazla ciddiye almıyorum: Altı ay sonrası, on iki ay sonrası için yapılan tüm öngörüleri ihtiyatla karşılıyorum. Belli varsayımlar altında belli trendleri izleyerek "2002 sonunda toptan eşya fiyatlarındaki yıllık artış - atıyorum - % 30 - 35 bandında kalır" türü bir tahmin yapmanın kendi içinde bir anlamı var belki ama benim deneyimim, mevcut trendlere bakarak Türkiye’deki enflasyonu öngörmenin fazla anlamı olmadığını gösteriyor.
Enflasyonun gidişatını gösteren grafiklerin bir anlamı var benim için; enflasyonda ciddiye alınacak bir düşüş eğilimi belirdiğinde uykularım kaçamaya başlıyor benim. Hele bu düşüşün yıllık enflasyonu % 30’a ve altına çekmesinin gündeme geldiği noktada tedirginliğim iyice artıyor, şimdi neler olacak da Türkiye yeniden kriz ortamına girecek ve enflasyondaki bu tehlikeli düşüş(!) duracak diye beklemeye başlıyorum. Anımsanacağı gibi 2000 kasımındaki ön kriz ve şubat 2001 krizi enflasyonun böyle bir düşüş eğilimine girdiği noktada patladı. Şimdi yaşamakta olduğumuz "haziran sendromu" da enflasyonun ciddi bir düşüş eğilimine girdiği ve % 30’lu yıl sonu hedeflerinin gündeme geldiği noktada ortaya çıktı. Enflasyonu çok seven bünye onsuz kalacağını hissedince şu ya da bu biçimde kriz ortamını yaratıyor sanki.

İki haftadır tuhaf düşünceler ve duygular arasında gidip geliyorum. Dünyayı, insanları, gösterdikleri tepkileri, sergiledikleri davranış biçimlerini nasıl algılamak ve yorumlamak gerektiğini yeniden düşünmek ihtiyacını her zamankinden de fazla duyuyorum, olan biteni izlerken. Kraliçe Elizabeth’in taç giyişinin 50. yılını kutlamak amacıyla düzenlenen "Altın Jübile" şenlikleri nedeniyle yüz binlerce kişinin bayraklarla sokaklara döküldüğü, Dünya Kupası heyecanının hemen her şeyi gölgelediği İngiltere’de girdim bu havaya.
Geçen hafta başı Türkiye’ye döndüğümde, önce siyasetten ekonomiye yansıyan ani ve derin karamsarlığın dalga dalga yayıldığını hissettim. Sanki umutsuz bir noktaya doğru sürükleniyorduk bir kez daha. Bu ortamda, akıl almaz bir dedikodu ve suçlama çemberinde Çin maçına çıkan Milli Takımımız, maçı kazanıp ikinci tura çıkınca bu kez sınırsız bir iyimserliğe kapılıp dünya şampiyonluğunu kutlamaya hazırlanan insanların neredeyse çoğunlukta olduğu bir ülkede bulunduğumu hissettim. Şu anda Türkiye’nin önüne geleni devirip Dünya Kupası’nı kazanacağına inananlar hiç de az değil her halde. Cumartesi gecesi CNN - Türk’te Tayfun Ertan’ın sunduğu "Söz Sizde" programına katılanların % 96’sı Türkiye’nin Japonya’yı yenip çeyrek finale kalacağını tahmin etti.

İnsanlar neyin peşinde?
İngiltere’de Kraliçe için yapılan kutlamaları ve futboldaki Arjantin zaferi sevincini izlerken bu kutlamalara, bu sevince katılan insanların aslında neyin peşinde olduklarını, neyi aradıklarını, neyi kutladıklarını düşündüm. İngilizlerin içinde, Kraliçelerine karşı, son yıllarda pek ortaya dökmedikleri büyük bir sevgi seli mi birikmişti acaba? "Altın Jübile" nedeniyle sokaklara dökülen, kutlamalara katılan yüz binlerin hareket noktası bu büyük sevgi ve saygı mıydı? Kraliçe’nin kendi hayatlarında çok önemli bir rolü olduğuna mı inanıyorlardı? Ya da futboldaki başarıların hayatlarını değiştireceğini, şu anda herhalde İngiltere’nin en popüler kişisi olan milli takım kaptanı Beckham’ın Arjantin’e attığı golün İngiltere’yi ve İngilizleri farklı bir dünyaya taşıyacağını mı umuyorlardı?
İngiltere’deki kutlamalara katılan insanların davranışlarında bu tür motiflerin de etkisi olmuştur herhalde ama bütün bunların ötesinde, yalnızca Kraliçe’ye, futbola, Beckham’a bağlanabilecek olanın ötesinde, farklı özlemlerin insanları sokaklara taşıdığını, kutlamalara katılmaya ittiğini düşündüm ben. Kişisel çıkar motifinin öne çıktığı, herkesin kendini kurtarmaya çalıştığı, devletin koruyucu rolünün giderek azaldığı, modern yaşamın insanları tekil yaşamlara ittiği, küreselleşmenin ulusal başarıların alanını iyice sınırladığı bir ortamda ortaya çıkan doyumsuzlukların ve özlemlerin insanları motive ettiği düşünülebilirdi belki de. Bir arada olma özlemi, ortak bir payda bulma ve bir şeyleri paylaşma özlemi, dayanışma özlemi, görkemli bir geçmişi hatırlama özlemi, ulusal başarıyla gurur duyma özlemi, ülkeye - topluma aidiyet özlemi bunların bazılarıydı. İnsanlar günlük hayatlarında gideremedikleri özlemlerini gidermek için ve tabii eğlenmek, coşmak, deşarj olmak için "Altın Jübile"yi ve Dünya Kupası’nı bir vesile olarak kullanmak fırsatını kaçırmamış, mükemmel bir avunma yöntemi bulmuştu sanki.

Türkiye’ye gelince...
İngilizler bu kutlamalar vesilesiyle son 50 yılın bir muhasebesini yapıp bu 50 yılda ne kadar zenginleştiklerini, refah düzeylerinin ne kadar yükseldiğini de ortaya koydular ve sık sık "hiç bu kadar iyi olmamıştık" sloganını kullandılar. Açıklanan verilere bakıldığında, bunun salt bir avunma vesilesi olmadığı, özellikle son 15 yılda İngiltere’nin daha iyi bir noktaya geldiği görülüyor. Türkiye’de ise durum biraz farklı, Türkiye’nin son 15 yıldaki performansı hiç de iç açıcı değil.
Gerekli reformları sürekli erteleyen, yalnızca kısa vadeli düşünen ufku dar, çapı sınırlı siyasetçilerin çıkmazdan çıkmaza sürüklediği bir Türkiye tablosu çıkıyor karşımıza. Geçen yıl çok daha derin bir uçuruma yuvarlanmaktan kurtulan Türkiye ekonomisinin şimdi bıçak sırtında dururken bir kez daha siyasetçilerin sabotajına uğraması çoğu kimseyi ciddi biçimde tedirgin etti ve moralleri bozdu doğal olarak. Siyasi tablonun çözüm yolunu tıkaması bu tedirginliği daha da artırıyor.
Ülke bu durumdayken Milli Takımımızın Dünya Kupası’ndaki başarısı birçok kimse için tek teselli kaynağı haline geldi. Hemen her alanda kalıcı başarılarla övünmenin çok zorlaştığı bir dünyada, geleceğe güvenle bakmanın olanaksız olduğu bir ortamda, Türkiye gibi başarı fırsatlarını iyi değerlendiremeyen bir ülkede insanların futboldaki uluslararası başarıya sarılıp bununla avunmaya çalışmaları çok şaşırtıcı değil aslında. Bu umudu, bu çoşkuyu yaşanabileceği noktaya kadar yaşamanın yararı da savunulabilir belki. Ancak bu umudu ve bu coşkuyu yaşarken, her zaman olduğu gibi milleti "gaza getirmeye" çalışan palavracıların rüzgarına kapılıp bazı gerçekleri de unutmayalım: Dünya Kupası’nı kazanmak bir ülkenin tüm sorunlarını çözmüyor ve Milli Takımımız da dünyanın en iyi takımı değil.

Yeniden yıldızı parlayan Ronaldo ve arkadaşlarının Dünya Kupası’ndaki başarısı Brezilya’yı kupanın tartışılmaz favorisi haline getirdi. Ancak Brezilya’nın kupayı beşinci defa kazanarak kendi rekorunu kırması bile ülkenin yeni bir borç kriziyle karşılaşmasını önlemeye yetmeyebilir. Brezilya Merkez Bankası döviz rezervlerini kullanarak ülke parası realin değer kaybını durdurmaya çalışıyor ama ekim ayındaki başkanlık seçimi öncesinde uluslararası yatırımcıların Brezilya’ya ilişkin kuşkuları şimdiden faizlere ve tahvil fiyatlarına yansımış durumda. Brezilya’nın risk primi % 13’e çıktı bile. George Soros, şimdiki Başkan Cardoso’nun adayının seçimi kaybetmesi halinde Brezilya’nın da Arjantin gibi borcunu ödeyemez duruma düşebileceğini ileri sürüyor.